Alman İslam Konferansı Açılış Programının Ardından
Almanya’da kasım ayında gerçekleştirilen Alman İslam Konferansı, hem değinilen hem de pas geçilen konularla uzun süre tartışıldı. Almanya İslam Konseyi Genel Sekreteri Murat Gümüş, Alman İslam Konferansı’nda öne çıkan ve gündeme getirilmeyen konuları ele aldı.
Almanya’da Müslümanların kurumsallaşması ve siyasetle diyalog söz konusu olduğunda ilk akla gelen isimlerden biri Ali Kızılkaya’dır. Kendisi 10 yılı aşkın bir süre İslam Konseyi Başkanlığı görevini yürütmüş ve Konsey Başkanı sıfatıyla 2006 yılında Alman İslam Konferansı’nın (Deutsche Islam Konferenz – DIK) ortaya çıkışına tanık olmuştur. Aktüel Alman İslam Konferansı sonrası yaşanan “domuz eti tartışması” sonrasında kendisine ilk DIK’te hangi yemeğin servis edildiği sorulmuş, Ali Kızılkaya ise bunu bilmediğini söylemiştir: “Ben ilk Alman İslam Konferansı toplantısında hangi yemeğin sunulduğunu bilmiyorum. O zamanlar öğle arasında yemeğe davet edildik İçişleri Bakanlığı temsilcileri tarafından. Ancak biz yemeğe katılamadık, zira ramazan ayında bulunuyorduk ve dolayısıyla oruçluyduk.”
İddia İle Gerçek Arasında
İçişleri Bakanlığı’nın DIK çerçevesinde geçtiğimiz 12 yıl içindeki katkılarını yalnızca ev sahipliğindeki gaflarıyla ölçmek elbette haksızlık olacaktır. Zira DIK ciddi olumsuz gelişmelerin yanı sıra, Almanya’daki Müslümanların ihtiyaçlarına günümüze kadar karşılık veren sonuçlarin oluşumuna vesile olmamış değil: Örneğin İslami manevi rehberlik kuruluşlarının kurulmasının gündeme getirilmesine ve bu alanda ilk adımların atılmasına veya İslam düşmanı suçların istatistiklerde nihayet siyasi motifli suç kapsamında ayrı bir kategori altında kaydedilmesine kısmen uzun müzakereler sonucunda katkıda bulunmuştur. Bu gelişmeler sayesinde Müslümanların istek ve endişeleri somut olarak ele alınmış ve sorunların çözülmesi için imkânlar doğmuştur. İslam ilahiyatı fakültelerinin kurulması için ve İslami cemaatlerin anlayışına uygun İslam din derslerinin devlet okullarında verilmesi için sonuç getiren ilk adımların atıldığı yer DIK olmuştur.
Bununla beraber Alman İslam Konferansı “domuz eti tartışması” veya Ali Kızılkaya’nın anekdotlarının da çok iyi bir şekilde gözler önüne serdiği gibi daima iddia edilen ile gerçek arasında bir tezatlık sergilemiştir: Diyalogların bakanlık yetkilileri ve Müslüman cemaatler arasında eşit şartlarda gerçekleştirilmesi talebine karşın gerçekte müzakereler İç İşleri Bakanlığı tarafından ‘tercih edilen’ büyük ölçüde İslam karşıtlığı ile tanınan partnerlerin de masaya getirilmesi ile gerçekleştirilmiştir. Aynı zamanda devlet temsilcilerinin önemsediği bu tartışmacıların sayısı İslami cemaatlerin temsilcilerinin sayısından daha fazlaydı. Müslümanların kendilerinin aşırı sağcılar tarafından tehdit edilme endişesi taşıyor veya sıklkıkla ayırımcılığa maruz kalıyor olmalarına rağmen, devlet temsilcilerinin İslam’ın potansiyel tehdit unsurları içerdiği vehmiyle ve bundan hareketle Müslümanlara karşı genelleyici bir tehdit anlayışı taşıyor olmalarıyla çelişmekteydi. Bu liste rahatlıkla genişletilebilir.
Tutarsız Başlangıç
Alman İslam Konferansı’nın Kasım 2018’deki açılış etkinliğinde de yine tutarsızlıklar ön plandadır. Ev sahibi Federal İçişleri Bakanı Horst Seehofer, alışılmadık şekilde ılımlı bir açılış konuşması gerçekleştirdi. “İslamcılık”, “İslami terörizm” gibi konular şaşırtıcı bir şekilde bu konuşmada neredeyse hiç yer almamıştır. Ayrıca “suça bulaşan göçmenlerin” bireysel eylemlerinden bütün Müslümanların sorumlu tutulmaması konusunda uyarıda bulunmuştur. Bunun kendisine veya partisine yönelik bir öz eleştiriyi de içerip içermediği meçhul.
Seehofer’in diğer bir sürprizi “İslami çatı örgütlerinden” değil “İslami cemaatlerden” söz etmesiydi. Bu oldukça yeni bir durumdur, zira İslami cemaatlerin “cemaat” şeklindeki öz tanımlamaları o güne kadar kabul görmemiş, tanınmamıştır. Diğer tarafta bunun karşısında Seehofer’in açılış etkinliğinde de geri adım atmadığı “İslam’ın Almanya’ya ait olmadığı” yönündeki ana tezi durmaktadır. Açılış konuşmasında Müslümanların Almanya’nın bir parçası olduğunu ifade etse de aynı şeyi İslam için bu sefer de dile getirememiştir ve böylelikle İslam ile ilgili görüşündeki ısrarını göstermiştir.
Sonuç itibarıyla Horst Seehofer konuşmasıyla şaşırtmıştır. Konuşan kişi sanki Federal Hükûmeti aylarca diken üstünde tutan şahıs değil, Müslümanlara karşı da ilgili bir politikacı görüntüsünü verdi.
Fakat Müslümanlar somut ve siyasetin de acilen müdahelesini gerektiren büyük sorunlar ve zorluklarla karşı karşıyadır. Ve bu meseleleri ele almak için, Müslümanlara ilgi gösteren İçişleri Bakanı somut adımlar atmalı ve tutarsızlıkların yerini tutarlılık ve kararlı tavırlar almalıdır.
Bahsedilmeyen Zorluklar
Anayasal din özgürlüğü hakkının Müslümanlar sözkonusu olduğunda daraltıldığı buna bir örnektir. Almanya’da bireysel din özgürlüğü büyük önem taşıyan bir husustur. Bunu Almanya Federal Anayasa Mahkemesi’nin en güncel kararları da ortaya koymaktadır. Örneğin Federal Anayasa Mahkemesi’nin (BVerfG) 2015 yılındaki kararıyla birçok eyalette Müslüman bayan öğretmenlerin dinî inançları doğrultusunda giyinmelerine genel itibarıyla tekrar izin verilmiştir. Ne yazık ki, anayasal tarafsızlık prensibinin günlük uygulamada haksız sınırlayıcı yorumu henüz tüm federal eyaletlerde düzeltilmemiştir. Yaşamın diğer alanlarında da Müslümanların günlük ibadetler konusunda sorunlar yaşadığı ve bunların ifasının zorlaştırıldığı ilgilileri tarafıdnan bilinir.
Bunlar dördüncü Alman İslam Konferansı’nın açılış turu görüşmeleri için sadece bizim tarafımızdan dile getirilen problemler değildir. Ancak ne yazık ki bu konular İçişleri Bakanı’nın açılış konuşmasında da ilerleyen süreçte de ele alınmamıştır. Bu durum artık değişmelidir. Anayasa Mahkemesi’nin konuya dair kararının eyaletlerin hepsinde yürürlüğe girmesi, Müslüman kadınların kendilerini bu ülkede evlerinde gibi hissetmelerine katkıda bulunacaktır ve bu nedenle Alman İslam Konferansı’nın gündeminde önemle yer almalıdır. Ne yazık ki, Seehofer’in ve bakanlık temsilcilerinin değinmediği tek konu sadece bu değildi. Son zamanlarda yapılan bazı güncel araştırmalar, İslam’ın ve Müslümanların genel reddinin son yıllarda önemli ölçüde arttığını ve toplumumuzun çoğunluğunun olumsuz bir İslam algısına sahip olduğunu gösterir niteliktedir.
Bu tabii ki sadece sayılarla ve istatistiklerle sınırlı değil. Müslümanlara yönelik bu yaygın olumsuz tutum Almanya’daki günlük yaşama yansıyor; Müslümanlar iş dünyasında, okulda ve günlük hayatta ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Müslüman başvuru sahiplerinin, aldiklari eğitime uygun iş bulmada gayrimüslimlere oranla çok daha fazla zorlandıkları artık kanıtlanmış durumdadır. Buna bir de Müslümanlara ve camilere karşı gerçekleşen saldırılardaki artış eklenmiştir. Farklı tezahürleri ile İslami yaşam biçimi genellikle bir çatışma sebebi olarak algılanmaktadır.
Bu olumsuz fotoğraf, Müslümanların ortaya koydukları çabalara taban tabana zıttır: Müslümanlar geçmişe kıyasla eğitim alanında, akademik alanda daha başarılı ve toplumsal hayata katılmak için daha fazla çaba gösterdikleri farklı araştırmalarda saptanmıştır. Sorun, Müslümanların önlerine konulan ve onların katılımını zorlaştıran engellerin kaldırılması için siyasetçilerin gerekli adımları atmakta çekimser ve zaman zaman isteksiz davranmasıdır.
Müslümanların günlük yaşamda karşılaştıkları bu sorunlar IV. Alman İslam Konferansı’nın hazırlık oturumlarında birkaç kez dile getirilmiş olmasına rağmen açılış etkinliğinde bu konulara neredeyse hiç değinilmedi. Bu nedenle, Alman İslam Konferansı’nın öncelikli hedefi, yukarıda belirtilen çalışmaların sonuçları dikkate alınarak, Alman İslam Konferansı için uygun somut önlemleri türetmek olmalıdır. Her şeyden önce, açılış etkinliğindeki podyum tartışmaları çerçevesinde, Müslümanları yabancılaştıran, ötekileştiren, kapatması gereken bir eksikliği olduğu algısını içinde barındıran ‘entegrasyon’ anlayışına karşı çıkan seslere kulak verilmeli ve bu tartışma ve kavramların yerine Müslümanların katılım fırsatlarının önündeki engellerin kaldırılması ve imkânlarının genişletilmesi için çalışılmalıdır.
Müslüman Çeşitliliği
Müslümanların çeşitliliği tanınmalı ve takdir edilmelidir. Federal İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Markus Kerber tarafından dile getirilen, “sivil Müslümanlar”, “kültür Müslümanları”, “muhafazakâr Müslümanlar” ya da “dernek Müslümanları” gibi yakıştırmalar, Müslümanları sözde dini yorumlama biçimlerine indirgeyip insanın kendi tercihleri ve benlik algısındaki çok yönlülüğü göz ardı ediyor. Bu durum, özellikle bakanlık tarafından “Alman Müslümanları” gibi tanımlamaların favorileştirilmesi için de geçerlidir. Müslümanlara “kimlik kategorilerine göre” muamele etmek, onların kendi kimliklerini belirleme yetisini elinden alan, kimlikler arasında suni kategoriler oluşturan birtakım dışlama kriterleri meydana getirir.
Her insan, kendisini kendi düşünceleri doğrultusunda tanımlayabilmeli ve anlayabilmelidir. Ancak kimlik kategorileri dışarıdan dayatılmamalıdır. İnsanlardan, kendilerini ne şekilde tanımlarsa tanımlasınlar, başkalarının haklarına saygı duymaları beklenmelidir. Bu nedenle, açılış toplantısındaki pek çok panelistin, Müslümanların kendi benlik algısının çeşitliliğine dikkat çekmesi ve diğerlerinin yanı sıra bakanlığın kimlik algısı konusundaki tekli benlik algısı sorununa işaret etmesi isabetli olmuştur. Ayrıca devletin kimlik önceleme tutumunda ısrarcı olması Almanya dışında yaşayan Alman kökenli azınlıklara uygulanan Alman kimliğini koruma siyasetiyle çelişecektir. Aksi hâlde Alman İslam Konferansı panelleri ile eş zamanlı olarak sadece birkaç kilometre ötede BMI binasında Alman-Özbekistan İdari Komisyonu’nun Özbekistan’da yaşayan Almanların “etnokültürel kimliklerini” koruması için teşvik olanakları hakkında üzere 10. kez toplanmasını nasıl açıklayabilir ki?
Merkezî Konu: İmam Eğitimi
Federal İçişleri Bakanlığı’nın DİK’nın başlangıç etkinliğinde bu sorunları değil, başka konuların ele alınmasını tercih etti. Hem Seehofer’in açılış konuşmasında hem de onu takip eden panel tartışmalarında ön planda imam eğitimi yer aldı. Bakanlık bu konuya özel bir ilgi gösteriyor. Bunun arkasındaki istek, dinî cemaatlerin imamlarını Almanya’da eğitmeleri.
İslamî Dinî cemaatler, onlarca yıldır pek çok konuda Müslümanlara yol göstermekte ve yardım etmektedir. Alman İslam Konferansı’nı ise Müslümanların, çözümü için doğrudan veya dolaylı olarak devlet desteğine ihtiyaç duyulan ve devletle iş birliği yapılmasının yararlı olacağı düşünülen sorunları hakkında görüşebilecekleri bir diyalog platformudur. İslami cemaatlerin Alman İslam Konferansı’na katılma motivasyonu, devletin tarafsızlık ilkesi ve eşit muamele ilkesi doğrultusunda hareket etmesini ve Müslümanlar da dâhil olmak üzere tüm vatandaşlara karşı taşıdığı “din özgürlüğünü ve öz benlik algısını koruma, buna saygı gösterme sorumluluğunun” bilincinde olmasına bağlıdır.
Bu açıdan bakıldığında, İçişleri Bakanı ve onun müsteşarının açılış etkinliğindeki, dinî toplulukların iç işlerine, dolayısıyla imamların eğitimine karışmak istemedikleri yönündeki açıklamaları takdire şayandır. Bu husus şu anda özellikle önem taşımaktadır, zira bu temel prensipler kısa süre öncesinde kamu makamlarının bazı temsilcileri ve çok sayıda siyasetçi tarafından sık sık sorgulanmış ve neredeyse reddedilmiştir.
Özellikle konunun “imam eğitimine” yoğunlaştığı anda bu ilkelere vurgu yapmaları çok önemlidir, çünkü imam eğitimi dinî toplulukların temel görevlerinden birisidir ve sadece onların yetkinliğinde gerçekleşir. İslam Konseyi de prensip olarak toplumumuza, Almanya’da sosyalleşip eğitilmiş imamlar tarafından rehberlik edilmesini desteklemektedir, zira bu imamlara gelecekte de ihtiyacımız olacaktır.
Mesela pek çok cemaat mensubu hâlâ vaazları kendi dilinde duymak isterken, vaazların Almanca olarak sunulmasının önemli olduğunu ifade edenler de var. Cemaatlerin aynı zamanda kültürü sadece forklörden ibaret değil, genellikle ve memnuniyetle din ile içinden geldikleri kültürü birbiriyle bağdaştırdıklarını da kabul etmek ve bunu bir ihtiyaç olarak görebilmek gerekiyor. Bu durum örneğin belli dinî vesilelerle veya mübarek gecelerde gerçekleştirilen mevlitler ve söylenen ilahiler için de geçerlidir. Bu ve benzeri gerekliliklerin yanı sıra elbette Almanya’da hizmet veren veya verecek imamların Almanya’daki Müslüman toplumun dünyanın dört bir yanından gelen çok ırklı, çok mezhepli yapısının ve kültürel olarak farklı eğilimlere ilgi duyan, hatta bu çeşitliliği Almanya’da yerli bir Müslüman kültürün oluşumu için fırsat gören insanlardan oluştuğunun farkında olmalıdır.
Fakat aynı zamanda camilerimize giden cemaatin uzun yıllardır camilerinde görevde bulunan imamlarına sıkı sıkıya bağlı olduklarını biliyoruz, çünkü şu anda görev yapmakta olan imamlarla 3, 5 veya 10 yıl içinde çok yakın ilişkiler kurulmuş, cemaat ve imam büyük bir aile olmuştur. Bu nedenle, bazı politikacıların imamların “değiştirilmesi” yönündeki isteğinin, anayasa din hukukunun yanı sıra ,insani açıdan da mümkün olmadığını biliyoruz. Bu sebeplerden dolayı ani bir şekilde ve hatta siyasi baskı sonucunda değil, oluşan ihtiyaçlar doğrultusunda ve her şeyden önce insani bir şekilde gerçekleşeceğine inanıyoruz.
Bütün bunları İslam Konseyi bünyesinde yıllardır sürdürmekte olduğu imam eğitiminde zaten göz önünde bulunduruyor. Ne yazık ki, bu konunun ne kadar hassasiyet gerektirdiğinin farkında olan kişi sayısı çok az. Bu durum Federal İçişleri Bakanlığı’nın, Alman İslam Konferansı’nın IV. turunda “imamlar ve imamların eğitimi konusunda durum tespitine” de yer vermek istediğini açıkladığında gözler önüne serilmiştir. Görünüşe göre bu durum tespitinde iş birliği yapılacak bilim adamları ile anlaşmaya varılmıştır. Bu duyuru imamların görev yaptığı ve imam eğitimi gerçekleştiren dinî cemaatler için de şaşırtıcı olmuştur, zira böyle bir durum tespiti çalışması fikri ilk olarak cemaatlerle değil, en son cemaatlerle paylaşılmıştır. Birlikte diyaloğa gireceğini iddia ettiği cemaatlere bu şekilde muamelede bulunan bakan diyalog için olmazsa olmaz olan güven ortamını tehlikeye atmaktadır. Zira böyle bir tutum yukarda zikredilen “Dinî cemaatlerin iç işlerine karışmak istemiyoruz.” ifadesinin inandırıcılığını yok eder ve sonunda kimseye bir faydası olmaz. Yapılması gereken, böyle bir konunun başından itibaren dinî cemaatlerin ihtiyaçları doğrultusunda ele alınması ve konunun onlarla görüşülmesiydi.
Birleştirici Cami Desteği
Başlangıç etkinliğinin bir diğer duyurusu da Federal İçişleri Bakanlığı’nın cami cemiyetlerini sosyal projelerde desteklemek ve camilere maddi katkıda bulunmak istediğinden oluştu. Şu ana kadar cami cemiyetleri ağırlıklı olarak radikalliğe karşı önleyici tedbir projeleri uyguladıkları takdirde teşvik alıyorlardı. Bakanlığın böyle bir adım atması camilerin artık sadece güvenlik politikalarının bir unsuru olarak değil, aynı zamanda topluma birçok şekilde sosyal politikalar bağlamında katkıda bulunabilen, önemli, eşdeğer bir sosyal aktör olarak baktığını göstermektedir.
Aslında cami cemiyetleri, mülteciler örneğinde de görüleceği üzere birçok sosyal ve kapsayıcı proje sunduğu herkesçe malum. Her ne kadar Alman İslam Konferansı’nın üçüncü turunda İslami sosyal hizmetler ve manevi rehberlik konusu ele alınmışsa da bu bağlamda finanse edilen proje sayısı çok az. Bakanlığın yeni yaklaşımı ilk olarak cami cemiyetlerinin sosyal alandaki hizmetlerinin takdir edilmesi anlamına gelecektir. Özellikle “İslam düşmanlığının” yanı sıra cami ve İslami kurumlara saldırılarda görülen artış göz önüne alınıldığında böyle bir tutum önemli bir adım olacaktır.
Ancak bu değerlendirme, yalnızca dinî cemaatler bir bütün olarak dikkate alındığında anlamlıdır. Müsteşar Kerber tarafından geçmişte defalarca dile getirilen ve devlet temsilcilerinin “İslami teşkilatlarla” değil camilerle çalışmak istediği yönündeki açıklamalar hayli şaşırtıcı. Zira İslami cemaatler ile onların üyesi olan cemiyetler hukuken de, sosyolojik olarak da, gönülden de birdir ve ayrılmaz bir parçadır. Fakat İçişleri Bakanlığı bu olguya farklı yaklaşacağı izlenimi vermektedir: Bir tarafta camiler, diğer tarafta “İslami teşkilatlar” veya “çatı örgütler”. Böyle bir bakış açısı, projeleri destekleme niyetinden bağımsız olarak, İslami cemaatlerin iç karar alma yapılarını yok sayar niteliktedir.
Bu durum özellikle Alman İslam Konferansı açılış etkinliğinin ikinci gününde netleşmiştir. Kerber bu ikinci günde mealen söyle bir cümle kurmuştur: ‘Biz federal bakanlık olarak zaman zaman bir eyaletle temasa geçmeden doğrudan onun bir belediyesi ile diyalog kurup çalışma yapabiliyoruz. Bu durum bizimle ve ilgili eyalet hükûmeti aramızda tartışmalara yol açabiliyor. Aynısı kiliselerle kurduğumuz ilişkiler için de geçerli. Bunları gelecekte İslami teşkilatlar ile de yaşayacağızdır.’ Ancak, bu karşılaştırma birkaç açıdan hatalıdır: Birincisi, Federal Hükûmet ile eyaletler ve kiliseler arasında geleneksel ve yasal olarak düzenlenmiş bir ilişki ya da iş birliği vardır. Fakat devlet ve Müslüman cemaatler arasında resmi bir ortak çalışma anlaşması mevcut değildir. İkincisi ise, Almanya’da İslam bir azınlık dinidir. Bu sebeple dâhilî karar mekanizmaları ve süreçleri devlet tarafından özel bir şekilde dikkate alınmalıdır. Üçüncüsü, bu tür bir talep cemaatlerin anayasal hakları karşısında sorgulanabilir bir hamle olur.
IV. Alman İslam Konferansı açılış etkinliğine genel olarak tutarsızlıklar söz konusudur. Birçok konuya temas edilmiş, ancak pek çok konu atlanmıştır. Federal İçişleri Bakanı Horst Seehofer şaşırtıcı şekilde ılımlı bir konuşma yapmış ve bazı olumlu yaklaşımlara izin vermiştir. Alman İslam Konferansı’nın başarısı veya başarısızlığı gelecekte hangi konuların ne şekilde ele alınacağına bağlı olarak belirlenecektir. Bununla beraber bazı şeylerin düzeltilmesi gerekmektedir. Düzeltmeye yönelik ilk adım, sosis tartışmasının da kısmen sembolize ettiği gibi yukarıda değinilen çelişkilerin ortadan kaldırılması ile başlanmalıdır.