Prof. Dr. Iman Attia: “Müslüman Karşıtı Irkçılık, İstisnai Bir Hadise Değil”
Almanya’da yeni kurulan bir uzmanlar komisyonu, artan Müslüman karşıtlığını analiz edecek. Irkçılık araştırmacısı Prof. Dr. Iman Attia ile İslam düşmanlığının nedenleri ve bu fenomenle nasıl mücadele edilebileceğini konuştuk.
Yıllardır Müslüman karşıtı ırkçılık ve İslam düşmanlığı hakkında çalışıyorsunuz. Şimdi ise İçişleri Bakanlığı talimatıyla yeni kurulan Müslüman Düşmanlığına Karşı Bağımsız Uzmanlar Komisyonu’na atandınız. Bu komisyondan ne tarz beklentileriniz var?
Komisyon, esasen kamusal bir itiraf. Bu komisyon, toplumsal bir sorunumuz olduğunun ve siyasetin bu konuya ilişkin uzmanlara yetki vererek onları dinlemek istediğinin göstergesi. Biz yıllardır Müslüman karşıtı ırkçılık ile ilgili herhangi bir siyasi yetkilendirme olmaksızın çalışıyoruz. Araştırma, eğitim ve siyasi eğitim alanında, sosyal ağlarda, derneklerde ve Müslüman karşıtı ırkçılığın çeşitli yönlerine ilişkin birçok alanda çoğumuz on yıllardan beri aktifiz. Müslüman karşıtı ırkçılığa dair hâlihazırda birçok bilgi, deneyim ve yaklaşım mevcut ve bu potansiyeli komisyonun çalışmaları için kullanabileceğimizi umuyorum. İki yıllık bir çalışma sonunda bir rapor sunulacak. Bu raporun muhakkak geniş çapta okunacağını ve sürdürülebilir ve etkili bir şekilde Müslümanların eşitlik elde etmesine katkıda bulunacak somut önlemlerle sonuçlanacağını düşünüyorum.
Uzmanlar Komisyonu, Hanau’daki ırkçı terör saldırısı sonrasında kuruldu. Irkçılık ve Müslüman karşıtlığı Solingen, NSU cinayetleri ve Marwa El Sherbini’ye rağmen görmezden mi gelindi?
Maalesef Müslüman karşıtı ırkçılık, kamuoyu tarafından az ya da çok algılanan bu şiddet ve cinayet olaylarından önce ve bunlara paralel olarak da mevcuttu. Burada yeni bir fenomenle karşı karşıya değiliz. Ancak ırkçı kundaklama ve cinayetlerin bir anda kendiliğinden ortaya çıkıp sonra tekrar ortadan kaybolmadığına dair giderek artan bir toplumsal farkındalık söz konusu. Irkçı cinayetlerin ve aynı zamanda günlük mikro saldırganlıkların her biri bardağı taşıran yeni bir damla demek.
Müslüman karşıtı ırkçılığın ilk ve oldukça açık emareleri ciddiye alınmış olsaydı birçok insanın, ailenin, topluluğun ve genel olarak toplumun birçok acıyı tecrübe etmesi önlenmiş olurdu. Henüz herkes olmasa da bazılarının burada istisnai fenomenlerle değil, ırkçılıkla karşı karşıya olduğumuzu anlaması uzun zaman aldı.
“Müslüman Karşıtı Irkçılık, Toplumsal Güç İlişkisinin Bir Sonucu”
Peki Hanau’daki gibi bir olayın Almanya’da tekrarlanması mümkün mü sizce?
Bu ihtimali tamamen göz ardı edemeyiz. İdeolojileri için cinayet işlemeye hazır olmayan insanlar elbette Hanau, Halle, Solingen ve Rostock’ta yaşananların geçmişte kalmasını umuyor. Bu sebeple, ırkçılığı geri püskürtmeye uygun olan her türlü demokratik enstrümanın hangi biçimlerde etki gösterebileceğine yönelik araştırmaların yapılması önemli.
Irkçılık nasıl bir mekanizmaya sahip? Bize ırkçılığın nasıl işlediğini kısaca özetleyebilir misiniz?
Irkçılık toplumsal bir güç ilişkisidir. Her toplumda çeşitli güçler söz ve eylemleriyle muktedir olmak ve sınırlı kaynakları dağıtabilmek; yani bir arada yaşamayı organize edebilmek için mücadele eder. Totaliter toplumlar için sosyal eşitsizlik ve otoriter liderlik sorun teşkil etmez. Başkalarını sömürmekten, onları bastırmaktan veya susturmaktan çekinmezler; aksine bunlardan güç alırlar. Bu toplumların zıddı ise mümkün olan en yüksek düzeyde hak eşitliği ve eşit konumlar için çabalayan, azınlık haklarını gözeten, gücün merkezileştirilmeyeceği ve uzun vadede bazı kesimlere ayrıcalık tanıyan ve bazılarını kenara iten ve hatta tamamen dışlayan hâkimiyetlere dönüşmeyeceği şekilde organize olmuş toplumlardır.
Demokratik toplumların amacı sosyal eşitlik elde etmektir. Fakat bu toplumlar, etkileri günümüze kadar süren, tarihten gelen haksızlık ve de sömürünün yeni biçimleri üzerinde kurulurlar. Diğer yaşam formlarının sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan tahrip edilmesi ve insan iş gücünün ve doğal kaynaklarının sömürülmesi de buna dâhildir. Bununla beraber, kişinin kendini diğerlerinden daha ilerlemiş ve üstün görmesi, dolayısıyla kendinde diğerlerine ne yapacağını söyleme ve adalet adına onlara haksızlık yapma hakkını bulması da buna dâhildir.
Demokratik iddia ile geçmişte yapılan haksızlıkları mümkün olduğunca telafi etme ve yeni adaletsizlikleri önleme bağlamında gösterilen isteksizlik arasındaki çelişki, kendisine ırkçılıkla birlikte bir meşruiyet zemini bulur. Bu sayede bazılarının daha fazla söz sahibi olması, yaşam tarzlarının daha iyi olması ve tercih edilme hakkına sahip olmaları âdeta haklı çıkarılır. Hatta başkalarının nasıl yaşamaları gerektiğini ve neyin nasıl yapılacağını belirlemek, onları güya kendi iyilikleri için eğitmek ve cezalandırmak âdeta zorunluymuş gibi görünür. Bizler bu mazeretleri bireyler arasındaki hâliyle, yani mikro boyutta tanıyoruz ve hepimiz bu şekilde düşünen birinin sözünü dinletme noktasında daha az ya da daha çok güce sahip olmasının bir fark oluşturacağını biliyoruz.
“Irklara İnanç, Sosyal Eşitsizliği Meşru Çıkarma İsteğinden Doğar”
Daha büyük ölçekte bakıldığında ise şu ortaya çıkıyor: Kendilerini diğerlerinden üstün gören ve onlara haksızlık ve şiddet uygulayan gruplar, karşılarındakileri neden “grup” olarak gördükleri ve bu şekilde hareket ettikleri konusunda bir sebebe ihtiyaç duyarlar. Onları bağlayan ve bir arada tutan şeyin ne olduğuna ve diğerlerine yaptıkları şeyleri birbirlerine neden yapmadıklarına dair bir sebep gerekir. Irkçılık bu gerekçelerden biridir. Kişi diğerlerinden ayrılarak kendi grubunu oluşturur. Bu sebeple ırkçılık araştırmalarında ırkların ırkçılığı değil, ırkçılığın ırkları meydana getirdiğinden söz ederiz. Irkçılıkla birlikte gerçek ve kurgusal biyolojik, kültürel ve dinî farklılıklar homojenize edilir (“hepsi aynı”), özselleştirilir (“çünkü onların biyolojisi, kültürü, dini öyle”), bir dikotomi oluşturulur (“onlar bizden çok farklı”) ve hiyerarşikleştirilir (“onlar bizden geride”). Bu süreç, kafada işleyen bir konstrüksiyon olmasına rağmen sonuçları oldukça gerçektir.
Neticede ırklara olan inanç, sosyal eşitsizliği, şiddeti ve sömürüyü meşru çıkarma isteğinden doğar. Diğer bir ifadeyle tüm bunların haklı gerekçeleri olduğuna dair güdülen inanç, yaşam koşullarının farklı oluşunu doğrular ve kurumsallaştırır. Çeşitli ırkçılıkların yüzyıllar boyunca kendine yer edinmiş oluşumlar olduğunu dikkate alırsak bazı şeylerin neden böylesine tabii algılandığını ve bugün düzeltmeye çalıştığımız, yeni formlarıyla savaşmamız ve engellememiz gereken farklı ırkçılık etkilerinin ne kadar uzun süreli olduğunu kolaylıkla anlayabiliriz.
Bertelsmann Vakfı’nın Din Monitörü isimli araştırmasına göre Alman nüfusunun yüzde 13’ü “İslam düşmanı” olarak sınıflandırılıyor. Alman toplumunun Müslümanlara bakış açısı nasıl değişti?
Irkçılığın nasıl işlediğini ve kapsamını anlama konusunda nicel verilerin uygun bir araç olduğundan pek emin değilim. Neticede bu araştırmalarda insanların “evet”, “hayır” ve “belki” seçenekleriyle cevaplaması gereken kısaltılmış ve çarpıcı sorular kullanılıyor. Irkçılığı, ancak bu fenomenin normallik kazanmasını ve kurumsallaşmasını dikkate alarak anlayabiliriz. Dolayısıyla insanlar nicel bir ankette Müslümanlarla herhangi bir alıp veremedikleri olmadığını belirtebilirler; ancak öte yandan Tarafsızlık Yasası’nı doğru kabul ederek bunun Müslüman kadınları çokkatmanlı bir şekilde ayrımcılığa maruz bıraktığını gizleyebilirler.
Bu bağlamda, değişen sayılar hakkında bir şey söylemem pek de mümkün değil. Neticede bu araştırmalarda yöneltilen sorular da araştırma gruplarının hipotezlerine dayanıyor. Araştırma grupları bu hipotezleri teori bazlı olarak geliştirmeye yetecek kadar geriye dönük çalışamıyorlar, çünkü Almanya’da ırkçılığa dair neredeyse hiçbir araştırma bulunmuyor. Irkçılığın nasıl işlediğini ve sonuçlarını anlamak için kesinlikle nitel araştırmalara ihtiyacımız var, böylece hangi olgunun ne sıklıkta meydana geldiğini sayabiliriz.
“Müslüman Karşıtı Irkçılık İle Mücadelede Yolun Başındayız”
Almanya’da 2017’den beri İslam düşmanlığı kapsamındaki suçlar ayrı olarak kayıt altına alınıyor. Sayılar, Almanya’nın İslam düşmanlığı ile ilgili bir sorunu olduğunu gösteriyor. Peki, sorun bu kadar açık olmasına rağmen neden sorunla başa çıkmada bu kadar çekimser davranılıyor? Kasıtlı ve istenen bir görmezden gelme mi söz konusu?
Tahminime göre sayılar oldukça düşük seyrediyor ve yalnızca buz dağının görünen kısmını kapsıyor. Meselenin ne olduğuna ve hangi sınırdan sonra bir şeyin ırkçı -bizim konuştuğumuz bağlamda İslam ya da Müslüman karşıtı- suç olarak sınıflandırılacağına dair oldukça az bilgi mevcut. Ayrıca ırkçılık konusuna, özellikle de Müslüman karşıtı ırkçılığa nitelikli olarak yaklaşabilecek, bunu tanıyacak, soruşturacak, cezalandıracak, önleyici biçimde açıklığa kavuşturacak, rapor verecek ve bunları en azından durumun hak ettiği biçimde gerçekleştirecek eğitimli personel de neredeyse hiç yok. Yolun daha çok başındayız.
Müslümanlar dışlanma ve ayrımcılık hakkında alenen konuştuklarında genellikle kurban rolüne bürünmekle suçlanıyorlar. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Oldukça uzun zamandır ırkçılık üzerinde araştırmalar yürütüyorum, üstelik farklı ayrımcılık biçimleri olmak üzere pratikte de bunun hakkında çalıştım. Deneyimlerime göre abartmak şöyle dursun, kurbanların genellikle güçsüzlüklerini ve savunmasızlıklarını kabul ettiklerini ve olanları alenen ilan etmekte bile zorlandıklarını söyleyebilirim.
“Almanya’daki Müslümanların Varlığının Kabul Edilmesi Gerek”
İslam düşmanlığı Almanya’yı uzun bir süre meşgul edecek. Bu yapısal sorun nasıl çözülebilir? Gerçekten bir çözüm var mı sizce?
Gitmemiz gereken çok uzun bir yol var. Herkes faal olduğu, içine girebildiği toplumsal ortamlara girmeli. Yasalar ve düzenlemeler normları da netleştirdikleri için elbette gerekli. Ancak aynı zamanda inkâr, yanlış tasvirler, hatalı bilgiler ve ırkçı söylemlere dayanan müfredatı gözden geçirmede geç kalınmış durumda. Yapılan haberler, kültürel çalışmalar ve kamusal görünürlük, ırkçılığı azaltmaya katkı sağlayacak alanlardır. Bunlara ek olarak komşularla yapılan sohbetler ile toplumu kapsayan dayanışma gibi faaliyetler de küçümsenmemelidir.
Siyasi bakımdan Almanya’daki Müslüman yaşamın varlığının kabul edilmesi, Müslüman yaşamın farklılığı ve çeşitliliğinin tanınması; örneğin Müslümanlara da diğer dinî veya ideolojik gruplar gibi sosyal ve toplumsal katılımlarını gerçekleştirebilecekleri hak ve finansal kaynakların sağlanması önemlidir.
Birçok Müslüman kişi ve dernek bu tarz çalışmaları uzun zamandır zaten yapıyor; ancak çalışmaları takdir edilmek ve desteklenmekten ziyade en iyi ihtimalle tolere ediliyor. Onların bu çabaları genellikle topluma ne kattıklarıyla değil, neye engel oldukları ile ölçülüyor. Bu durumda birçok şey, toplum üyelerinin diğer herkesle aynı haklara sahip olması için başka hiçbir gerekçeye ihtiyaç duyulmayacağını kabul etmekten ziyade daha kötüsünü önlemek için bir taviz gibi görünüyor.