Ulus-Devletin Bir Neticesi Olarak “Siyasal İslam”
“Siyasal İslam” ulus devletlerin oluşmasıyla birlikte Müslüman toplumlarda görülen homojenleşme teşebbüslerine bağlı bir gerilimin neticesi. Bu gerilimin nereye doğru evrileceği ise meçhul.
“Siyasal İslam” (İng. “Political Islam”) ve “İslamcılık” (İng. “Islamism”) terimleri, 1960’lardan itibaren seküler devletlere karşı olarak gündeme gelen İslami parti ve hareketleri tanımlamak için kullanılan ve birbirlerinin yerine de geçebilen terimler. Akademik araştırmaların ekseriyeti bu partilerin demokratik boyutunu, ana akım siyaset sistemine eklenme kapasitelerini ve hem ulusal hem de uluslararası düzlemde siyasi amaçlar uğruna şiddete olan meyillerini tartışıyor. Ben “İslamcılık” ve “siyasal İslam”ı birbirinden ayırmak gerektiğini iddia ediyorum ve bunlardan ikincisinin yönetimselliğe (İng. “governmentality”) benzer daha eski ve geniş bir olgu olduğunu düşünüyorum.
“Siyasal İslam”ı İslami partiler ya da hareketlerle sınırlamak bizi önemli kısıtlamalarla karşı karşıya bırakıyor. Öncelikle, ister şiddet ister demokratikleşme olsun, sunulan açıklamalar çok büyük oranda İslami hareketlerin ve partilerin kendilerine ve onların ideolojileri, stratejileri, liderlikleri gibi iç dinamiklerine odaklanıyor. Bunu yaparken de içlerinde hareket ettikleri otoriter ya da İslamileşmiş siyasi bağlamları göz ardı ediyor. İkinci olarak, üretilen bu literatürün çoğu döne döne “İslamcılığın“/“siyasal İslam”ın her büyük tarihsel kırılma anındaki başarısını ya da başarısızlığını yeniden ele alıyor: İslam Devrimi, el-Kaide’nin yükselişi, Arap Baharı, IŞİD, IŞİD sonrası gibi… Ayrıca “İslamcılığın”/ “siyasal İslam”ın başarısızlığı ya da yok oluşu üzerine de bol bol tahminler yürütülüyor ama bugüne kadar bu tahminlerin hiçbiri tutmadı.
Bu kısıtlamaları aşabilmek için “siyasal İslam”ı “İslamcılık”tan ayrıştırıyorum ve bunların ilkinin ikincisinden daha kapsayıcı ve daha uzun süreli olduğunu düşünüyorum. “Siyasal İslam” daha iyi bir şekilde ikili bir sürecin, milliyetçilik ve İslam geleneğinin reformasyon süreçlerinin sonucu olan bir siyasi kültür olarak tanımlanabilir. Bu açıdan bakıldığında ulus-devlet ana akım literatürde bahsedildiği gibi “seküler” olarak reddedilemez, zira ulus-devlet İslam’ın siyasileşmesinde ana yapısal unsur olmuştur. Bundan dolayı “siyasal İslam”ı yönetimsellik, “İslamcılığı” da siyasal hareketliliğin din temelli biçimleri olarak düşünmemiz daha iyi olacaktır, ki bu biçimler yönetimsellik olarak “siyasal İslam”ın birçok ürününden biridir.
Michel Foucault tarafından şekillendirilen “yönetimsellik” kavramı insan davranışlarını düzenleyen farklı yöntemlere işaret eder ve ne devletin eylemleriyle ne de devletin politikalarıyla sınırlıdır. Bu perspektiften bakıldığında “siyasal İslam”, ulus-devletin benimsenmesi ve İslam geleneğinin bazı boyutlarının sekülerleşmesiyle birlikte modern bir yönetimsellik tekniği olarak ortaya çıkmıştır. Bu şu anlama gelir: Ulusalcılık (milliyetçilik), yani ulus adına devlet eliyle düzenlenen siyasi süreçler ulusu kurar, ulus ulusalcılığı değil.
“Siyasal İslam”ın Kritik Dönemeci Olarak Ulus İnşası
Osmanlı İmparatorluğunun çökmesi sonrasında Müslüman topraklarda ulus-devletlerin inşası, İslami aidiyet ve ulusal aidiyet arasında hiç görülmemiş bir gerilime yol açtı. Bu da bir yandan devleti Müslümanlığın temel bir unsuru olarak kurarken diğer yandan İslam’ın ulusallaşmasını sonu gelmez bir siyasi mesele yaptı.
Ulusal kimlik çoğu Müslüman ülkede farklı yöntemler ve dinî seçimler aracılığıyla devlet liderleri tarafından oluşturuldu. Bu o kadar geçerli ki “ulus-devlet” yerine “devlet-ulus”tan bahsetmek daha doğru olur. Müslüman ülkelerde ulus inşası dinî topluluk ve siyasi iktidar arasındaki ilişkinin modern öncesi dönemde benzeri olmayan bir biçimde yeniden düzenlenmesiyle sonuçlandı. Zira halifeler zamanında İslami kurumlar ve ulema siyasi iktidara tabi değildi. Bu, kurumların ve ulemanın siyasi iktidardan maddi ve entelektüel olarak bağımsız olduğu anlamına geliyordu. Halifeler ayrıca toplumun kültürel ve dinî çeşitliliğini de kabul ediyorlardı, ama bu tüm dinler ve etnisiteler için eşitlikçi bir hukuki ve siyasi konum anlamına gelmiyordu. O zamanlarda “ümmet” halifenin yönetimi altındaki toprakların ve insanların bütünü olarak tanımlanıyordu ve böylelikle de geniş paylaşımlı bir biçimde etnik, kültürel ve dilsel grupları kapsıyordu. Bunların arasında Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler, Zerdüştler, Bahailer ve Dürzüler vardı. Halife Peygamber’in mesajına inanan asıl topluluğu temsil etse de gücü coğrafya tarafından dönüşüme uğratılmıştı ve tarihsel olarak da çeşitli etnik ve dinî grupları yöneten siyasi bir hanedanlığa dönüşmüştü.
Devletin merkezî siyasi kurum olarak ortaya çıkışı ulusun topraklarında iskân eden toplulukların homojenleştirilmesiyle el ele gitmiştir. Bundan dolayıdır ki ulus inşası, tek bir din ve dille tanımlanan tek bir ulus yaratabilmek için belli etnik, dinî ya da dilsel grupları sistematik bir biçimde dışarıda bırakmış ve bazen de yok etmiştir. Bu homojenleştirme süreci siyasileştirilmiş bir din anlatısına yol açmıştır ki ben buna “siyasal İslam” diyorum. Ulus-devletin yükselişiyle birlikte belli dinî aidiyetlere bağlı Müslümanlarla (örneğin Sünni gruplar içerisindeki Mâlikî, Şafiî, Hanbelî ve Hanefî mezhepleri) sınırlı bölgeler arasında bir mutabakat oluşturuldu. Türkiye, Irak ya da Tunus gibi birkaç örneğini verebileceğim ülkelerin Batılılaşmış elitleri her zaman dinî inanç sahibi kişiler olmasalar da İslam aidiyeti olmadan bir ulus inşa edemeyeceklerini anlamışlardı. Bu inşa sürecinde, “ümmet” ya da “şeriat” gibi geleneksel kavramların yeni anlamlarını siyaset yapmanın içine soktular.
“Ümmet”in modern kavramsallaştırılması onun hilafet dönemine ait tanımından çok farklıdır ve yeni mutabakatı, yani “ümmet”in küresel Müslüman inananlar camiası olduğu ve uluslar üstü bir referans noktası olarak işlediği anlayışını yansıtır. Bu tanım bugün, tüm dinî ya da siyasi bağlılıklarından bağımsız olarak her ümmet taraftarı tarafından dillendirilir. Aynı şekilde daha önceden “ulema”nın tekelinde olan şeriat da devlet hukuku olarak yeniden biçimlendirildi ve Fransız ya da İngiliz yasal yöntemlerinin girişiyle birlikte sekülerleştirildi. Dahası (evlilik, boşanma, çocukların vesayeti ve miras gibi) aile hukukuna indirgendi ve şeriat mahkemeleri ilga edilerek yerlerine seküler mahkeme sistemleri getirildi. Ne var ki İslam’ın bu (aile hayatı, cinsellik, ifade özgürlüğü gibi) belirli toplumsal boyutları düzenlemedeki kalıcı rolü sebebiyle günümüzde bu hususlar, seküler ve dinî aktörler arasında en şiddetli biçimde tartışılan konulardır. Başka bir şekilde ifade edecek olursak “ulema” bu en gündelik meseleleri düzenleme noktasında etkisini yitirmiş ve “ruhları” ya da aile meselelerini idare derecesine düşürülmüştür.
Şunun farkına varılması gerekir ki tüm “İslamcılık” temelli siyasi hareketler, Panislamcı kökenlerine ve ilk başlarda ulusalcılığa karşı çıkmalarına rağmen ulusal çerçeveye uyum sağladılar. Bu özellikle de sömürgesizleştirme sonrasında, ulusun “yabancı” ya da Batılı olarak algılanmak yerine “doğal” siyasi alan hâline geldiği zaman gerçekleşti. Böylelikle “İslamcı” hareketler git gide İslam’ı daha fazla devlet elitlerinin teklif ettiği seküler ulusalcılığa bir alternatif olarak kullandılar; Hilafetin dönüşünü organize etmek için kullanımsa giderek azaldı. El-Kaide ve IŞİD gibi “siyasal İslam”ın küresel biçimleri bile coğrafi sınırların ötesine taşıdıkları “ümmet” ve “şeriat” kavramlarında onların modern ve homojenleştirilmiş biçimleriyle işliyor. “Siyasal İslam”ın farklı biçimleri mevcut ve bunların en hâkim olan biçimi de “hegemonik İslam”.1
“Hegemonik İslam”
Bir yönetimsellik biçimi olarak “hegemonik İslam”ı tanımlayan üç ana özellik vardır: 1) İslami aidiyetle ulusal aidiyetin birleşimi ve bu birleşimin devlet yasaları yoluyla farklı derecelerde uygulanması; 2) homojen bir ulus inşa edebilmek için Müslümanlar içindeki farklarla Müslümanlar ve diğer dinî gruplar arasındaki farkların silinmesi ya da önemsenmemesi; 3) devletin vatandaşların şahsi davranışlarının yargılayıcısı hâline gelerek üstünlük kurması ve İslami geleneğin manevi gücünü derinden dönüştürmesi. Bundan dolayı, “İslamcılık” temelli siyasi hareketlerin “seküler” devletin bir uzantısı olan “İslami bir devlet” iddiasıyla ortaya çıkışları hiç de şaşırtıcı değildir, ki bunu da mevcut devlet yasaları içinde daha çok İslami reçeteler talep ederek yaparlar (ceza yasası, kadın hakları, azınlık hakları gibi).
Örneğin Türkiye, İslam’ı ve devlet işlerini 1937 yılında resmî olarak birbirinden ayırmış olsa bile Türk devleti 1970’lerden beri İslam’ı dış ve iç siyasetinde hem bir amaç hem de bir araç olarak gördü. Türkiye sıklıkla en “seküler” Müslüman devlet olarak sunulsa da, İslam’ın devlet tarafından idaresi de “hegemonik İslam”ın örnek vakalarından biridir. Atatürk, İslam’ın reformlar ve Batılılaşma aracılığıyla ulusal topluma uyarlanması gerektiğine inanıyordu. İslam “yeni ‘Türklerin’ Cumhuriyetin ihtiyaçlarına göre eğitilmesi ve sosyalleştirilmesi noktasında yöneticilerin temel bir kaynağı” hâline geldi ve bundan dolayı da Türk sekülerleşmesi “hiçbir zaman dinin özerkliği anlamına gelmedi.” Diyanet İşleri Başkanlığının oluşturulması Sünni Hanefî dinî kurumlarının devlet sistemi içerisine alınmasını garanti altına alırken, Şiiler ve Aleviler gibi Sünni olmayan gruplara ait olan kurumlar hiçbir şekilde tanınmadılar. Başka bir şekilde söyleyecek olursak Sünni bir Müslüman olmakla Türk bir ulusalcı olmak aynı madalyonun iki farklı yüzüydü.
Benzer biçimde İslami semboller ve uygulamalar da seküler bir kamusal alan inşa etmek için mahremleştirildi. Yine benzer biçimde “laiklik” de dinî ideolojiyi kamusal alandan çıkarmayı ama Türklerin İslam üzerinden olan kolektif kimliğini de muhafaza etmeyi hedefledi. “İslami parti” AKP’nin güce yükselmesi, Sünni İslam’la “laiklik” ve ulus arasındaki temelde mevcut olan mutabakatı etkilemedi. İslami giyim kurallarının toplumsal meşruiyetiyle ve kamusal alanı ahlak üzerinden düzenleme çabalarıyla bağlantılı sosyal muhafazakârlığı vurgulayarak tüm bunlara yeni bir boyut ekledi.
“Siyasal İslam”ın Geleceği
Sonuç olarak İslami partiler zayıflayacaklar ama İslam’ın siyasi geçerliliği zayıflamayacak. Zira o modern ulus-devlet bağlamında insanların sosyal ve sivil kimliklerinin merkezinde yer alıyor.
Bu, sivil ve ulusal aidiyetlerin dinî aidiyetle bağlantılı olduğu ve bundan dolayı da yasa tarafından zorlanabilir olduğu anlamına geliyor. Böyle olunca da toplumun dinî ve etnik çeşitliliğine zarar verir ama dinî gruplar ya da fikirler moderniteye dirençli oldukları için değildir bu. Hatta aksine durum neredeyse zıddıdır bunun: Dinin modernleşmesi ile ulus-devlet inşası birbirinin içine geçmiştir. Dinî atıflar ve kaideler ulus inşa sürecini “yerelleştirmek” ve devlet aktörleriyle politikalarını meşrulaştırmak için siyasi elitler tarafından kullanılmıştır.
İslami siyasi kültürler gelecekte sivil dinin daha içerici biçimlerine dönüşebilir mi? Farklı anketlere bakacak olursak Müslüman vatandaşların çoğunluğu böyle olacağına inanıyor. Ne var ki mevcut bölgesel ve uluslararası duruma bakıldığında ve güvenlikle ilgili artan endişelerle birlikte devletler başka bir yöne doğru, dinin daha fazla kontrolü ve düzenlenmesi yönüne doğru itiliyorlar. Bu da “İslamcılığa” dar İslami partiler gözlüğüyle bakmamak ve onun yerine “siyasal İslam”ı yönetimsellik olarak düşünmek için diğer bir kuvvetli neden.