'Oku/yorum'

Oku/yorum: “Beyazların Irkçılık Hakkında Duymak İstemedikleri Fakat Bilmek Zorunda Oldukları Şeyler”

Gazeteci Alice Hasters'ın, “Was weiße Menschen nicht über Rassismus hören wollen aber wissen sollten” (Tr. “Beyaz İnsanların Irkçılık Hakkında Duymak İstemedikleri Fakat Bilmek Zorunda Oldukları Şeyler”) isimli eseri, Oku/yorum serisi için incelendi.

@Perspektif, Oku/Yorum

Türkçeye “Beyaz İnsanların Irkçılık Hakkında Duymak İstemedikleri Fakat Bilmek Zorunda Oldukları Şeyler” olarak çevrilebilecek, orijinal adı “Was weiße Menschen nicht über Rassismus hören wollen aber wissen sollten” olan bu kitap 2019 yılında hanserblau yayınevi tarafından basılmıştır. Almanca kaleme alınan eserin yazarı Alice Hasters 1989 yılında Almanya’nın Köln şehrinde doğmuş siyahi bir gazetecidir. Babası Alman, annesi ise Afrika kökenli bir Amerikalıdır.

208 sayfadan oluşan kitabında Hasters, siyahi bir kadının maruz kaldığı ırkçılığa kendi tecrübeleri doğrultusunda ışık tutuyor.  Uzun yıllar ırkçılık ile ilgili edindiği olumsuz tecrübelerine büyük anlamlar yüklemeden yaşayan ve bu tecrübelerin üstünü örtme eğilimde olan Hasters, bu konudaki tutumunu değiştirmiş ve bu minvalde süregelen yanlışlara yönelik bir farkındalık oluşturmak ve toplumsal bir hassasiyet geliştirmek adına söz konusu eseri kaleme almıştır. Eser hızlı bir şekilde Almanya’da en çok okunanlar listesine girmiş ve aktüel olarak 16. baskısını yapan bu kitap 2020’nin en çok ses getiren kitapları arasında yerini almıştır.

“Irkçılık Sorununun Muhatabı Yalnızca Radikal Sağcı Gruplar Değil”

Beş alt bölüme ayrılan kitapta ırkçılık, “Günlük Hayat”, “Okul”, “Beden”, “Sevgi/Aşk” ve “Aile” başlıkları altında irdeleniyor. Kurgusal olmayan bu kitapta ırkçılık konusu bilhassa toplumsal ve tarihsel olgulara dayalı olarak ele alınıyor. “Irkçılıkla mücadele etmek istiyorsan değişimi savunmalısın ve bu ilk olarak seninle başlar.” ifadesiyle Hasters ırkçılık sorununun muhatabının yalnızca radikal sağcı gruplar olmadığına, aksine her bireyin, bilhassa “beyaz Almanların” bu konudaki yanlış tutum ve davranışlarının ırkçılık sorununda büyük rol oynadığına ve bu sorunun farkına varmanın ve değiştirmenin gerekliliğine vurgu yapıyor. 

Yazara göre ırkçılık zaman zaman belirli bireyler tarafından uygulanan bir yanlış olmaktan çok daha fazlası. Hasters’e göre toplumun her köşesinde bulunan ve daimî olarak görülen ırkçılık (günlük) hayatın bir parçası hâline gelmiş durumda. Burada tarihten kalan izler ve muhtemelen bilinçaltına yerleşmiş olan tezler de büyük rol oynuyor. 

Hasters ırkçılığın bilinçli olarak belirli bir dünya düzeni oluşturmak adına ortaya çıkarılan bir sistem olduğunu savunuyor. Öyle ki 15. yüzyılda Avrupalıların dünyayı keşfetme adına çıktıkları yolculukta tam da bu söylenilen gerçekleşiyor: İnsanlar renk ve ırklarına göre sınıflara ayrılıyor. Ardından bir adım daha ileri gidilerek bu “ırksallaştırma” bilimselleştiriliyor ve gelecekte ortaya çıkacak ırkçı ve sömürgeci politikalarının alt yapısı oluşturuluyor. Hasters tarihî kaynaklarla, bu döneme ve sisteme katkı sağlamış olan bilim adamlarına yer veriyor ve Amerika’da oluşan köle sistemini ve günümüz dünyasında bıraktığı etkileri ele alıyor. Zira günümüz modern dünyasında her ne kadar insan hakları ve eşitlik ilkeleri teoride varlığını koruyor olsa da, bu hak ve ilkeler kendilerine hayatın içerisinde yeteri kadar yer bul(a)mıyorlar. 

Unutulması İstenen Tarihi Hatırlatan Irkçı Söylemler

Hasters’e göre basmakalıp düşünce ve inançlar çoğu zaman teoride ve yasalarda var olan eşitlik olgusuna büyük bir gölge düşürüyor. Kitapta geniş yer bulan bu stereotiplere verilen bazı örnekler şöyle: “Beyaz kadın güzel kadındır.”, “Siyahi erkekler kabadır.”, “Siyahi kadınlar fevri ve sinirlidir.”, “Beyaz insan ahlaklı ve mantıklıdır.” Söylemlerde bu tip cümlelerden kaçınılsa dahi, tavır ve ima yoluyla ortaya konulan ırkçılık, bilinçaltının tarihte yaşananlardan tamamen arın(a)mamış olduğunu gösteriyor. Daha kötüsü ise bu denli bariz bir ırkçılık sorunu, bilhassa Alman toplumu tarafından çoğu zaman kabul edilmemekle birlikte, bu kavramın telaffuzu bile müfrit tepkilere ve alınganlığa yol açıyor. Irkçılık kavramı bağlamındaki bu aşırı tepkisel ve reddedici tutumun sebebi muhtemelen Almanya’nın “nasyonal sosyalist” tarihi ile ilgili. Zira Nazi Almanya’sında diktatör bir rejim altında oluşan ırkçı siyaset günümüz Alman çoğunluk toplumu tarafından utanç verici bir leke olarak algılanıyor. Bu sebeple herhangi bir ırkçı söylemle karşılaşıldığında bastırılan veya unutulmak istenen tarihin kara lekesiyle tekrar yüzleşmek zorunda kalmak aşırı tepkilere yol açabiliyor.

Yazar böyle durumlarda ırkçılıkla karşı karşıya kalan insanlardan ziyade ırkçılığı yapan kişilerin mağdur olarak kamuoyuna sunulmasını “victim blaming”, yani mağduru suçlama kavramıyla açıklıyor. Bu gibi durumlarda mağduru işaret etmektense, fiil ve bu fiili işleyen kişi/kişiler ön plana çıkarılıyor ve adeta yapmadığı bir suçla yargılanıyormuşçasına mağdur konumuna getiriliyor. Basit bir biçimde bakıldığında bu durum haklıyken haksız duruma düşürülmek olarak yorumlanabilir. Yazara göre karşı karşıya kalınan birçok ırkçı söylem ve tavra karşı sessiz kalan insanlar, bu tutumlarının yanlış olduğunun farkında değil ve bu farkında olmayış durumu aynı davranış biçiminin sürdürülmesine yol açıyor.

Ayrıca yazar mevcut olan bu çarpıklığa karşı daha fazla aktif olmaya karar veriyor ve ırkçı olarak algıladığı ve rahatsız olduğu olaylara karşı artık tepkisiz kalmak istemediğini ve ırkçılığa maruz kalan herkesin de net bir tavır takınarak bunu dile getirmesi ve hatta söz konusu şahısların uyarılması gerektiğini savunuyor. 

“Beyaz İnsan”ın “Siyah İnsan”a Üstün Olduğu Fikri Hâlâ Çok Taze

Yaşadığımız toplumda hâlâ daha “beyaz insanın” “siyah insan”a olan siyasi, entelektüel ve ahlaki bir üstünlüğü olduğu fikri kısmen tazeliğini korumakta. Eserde bu konuya yönelik farkındalık oluşturmak ve bilhassa beyaz insanların bilinçaltı üstünlük algısını kırmak adına yanlışların ve rahatsızlık veren hususların dile getirilmesinin gerekli olduğu savunuluyor. Zira yazarın da ifade ettiği gibi, “Irkçı olmadığınızı iddia ederek ırkçılıktan kurtulamazsınız.”. 

Hasters açık bir şekilde ırkçılığın başka bir insanın ırkından, ten renginden veya dininden dolayı maruz kaldığı sözel veya fiziksel şiddetten daha fazlası olduğunu kitabın neredeyse her bölümünde ortaya koyuyor. Öyle ki ilk etapta olumlu gibi algılanabilecek birçok ifadenin bile ırkçı bir söylem olduğu ve söylemin muhatabı olan kişiyi olumsuz manada etkileyebileceğini tekraren vurguluyor. Bu bağlamda “Aslen nereden geliyorsun?”, “Ne kadar güzel Almanca konuşuyorsun!”, “Saçların ne kadar ilginç/değişik?”, “Siyahi insanların genetik olarak daha sportif olduğu doğru mu?” gibi sorular verilebilecek örneklerden yalnızca birkaçı. 

Irkçılık Müslümanların da Günlük Hayatının Bir Parçası

Hasters kitabın birkaç yerinde ırkçılık bağlamındaki tecrübelerin yalnızca siyahilere mahsus bir tavır olmadığını, aynı şekilde Müslüman, bilhassa başörtüsü takan kadınların da hayatının bir parçası olduğunu hatırlatıyor. Kitabın birçok yerinde tesettürlü Müslüman kadınların Almanya’da yaşayan siyahi insanlarla çok fazla ortak tecrübelerinin olduğu görmek ve anlatılanları adeta kendi hayatlarımızdan birer kesit gibi algılamak ilginçti. Zira tesettürlü bir kadın olmanın veya yalnızca Müslüman kimliğini dışarıya yansıtmanın verdiği zorluklar, bazen yalnızca bir söz, bazen kaçamak bir bakış, bazen bulunulan ortama yakıştırılmamaktan kaynaklı şaşkınlık ve çekememezlik hissi arasında gelip giden ve bazen de tanımı zor olan tutumlara sebep oluyor. 

Buradan anlaşılan şu ki; meseleyi sadece farklı renk, ırk, dil veya din ile sınırlamak doğru değil. Batı’da var olan Doğu’ya karşı üstünlük algısı ve bu bağlamda “öteki” olarak tanımladığı herkesi, farklı olanı, kendisiyle eş değer görmemesi ve üzerinde hegemonik düşünce geliştirmesi göz ardı edilemeyecek kadar bariz bir gerçek ve büyük bir sorun teşkil ediyor. 

Irkçılığın Yol Açtığı Aidiyet Travması ve Çözüm Önerileri

Kitapta ağırlıklı olarak siyahi insanların maruz kaldığı ayrımcılık ve ırkçılığa değinilse de, söz konusu tecrübeler Almanya’daki Müslüman toplumuna yönelik olarak da vuku bulmaya devam ediyor. Bu açıdan bakıldığında popülaritesi oldukça yüksek olan bu kitap çoğunluk toplumunun ve bilhassa Hasters’in tanımladığı gibi “beyaz Almanların” ırkçılık konusunda bakış açılarını değiştirebilme veya en azından meseleye farklı bir perspektiften bakmalarına katkı sağlayabilme gücüne sahip. 

Kitabın ana mesajı oldukça açık ve düşündürücü: Irkçılık birçok ülkede olduğu gibi, Almanya’da da büyük bir sorun teşkil ediyor. Bu durum reddedildiğinde veya hasır altı edildiğinde mevcut sorun ortadan kalkmıyor. Bilakis bu ülkenin vatandaşı ve toplumunun bir parçası olan insanlar sürekli olarak nereye ait olduklarını veya olmadıklarını düşünerek aidiyet travmasına yol açabilecek durumlara sürükleniyorlar. Bunu değiştirmek için ivedilikle bilinç altına yerleşmiş olan basmakalıp düşüncelerden soyutlanarak insanı insan olarak, renginden, ırkından, dininden ve dış görünüşünden bağımsız olarak değerlendirmek ve değer vermek gerekiyor.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#1

*Tüm alanları doldurunuz

  • Muhammet uluşık
    2023-11-28 14:25:18

    Kendini üstün görmek hiç kimseye bir şey kazandırmaz insan tarağın dişleri gibi eşittir

Son Yüklenenler