'Dosya: "Kimlik, Spor ve Aidiyet'

Neden Kalitesiz ve Adaletsiz Bulduğum Türk Futbolunu Hâlen İzliyorum?

Burak Gücin, iflah olmaz bir Galatasaraylı olarak Almanya’da yaşadığı yıllarda neden daha fazla Türk futbolu izler hâle geldiğinin muhasebesini yapıyor.

Fotoğraf: ugur senpire - Shutterstock.

Gerek Türkiye gerek diasporasındaki futbolseverlerin üzerinde ittifak edeceği bazı gerçekler var. Sanıyorum ki Türk futbolunun Avrupa’daki muadillerine göre seyir zevkinin ve kalitesinin düşük olduğu görüşüne herkes katılacaktır. Uzatmalarla 110 dakikayı bulan maçlarda topun oyunda 40 dakika kalabildiği, futbolcuların sakatlanmış taklidi yaparak süre erittiği, zeminlerin çoğunlukla bozuk ve çorak olduğu, boş tribünler eşliğinde maçların oynandığı, herkesin hakem yönetiminden şikâyet ettiği ve kulüplerin büyük kısmının batık olmasına rağmen astronomik rakamlara transferler yapabildiği Süper Lig bütün büyük defolarına ve çelişkilerine rağmen kitlesini koruyor.

Türkiye’deki sosyal hayatı canlı ama öngörülemez, dinamik ama yorucu, yenilikçi ama kuralsız kılan kaotik hâlin futbola büyük oranda yansıdığı ve değeri kendinden menkul “Futbol asla sadece futbol değildir” veciz sözünü hatırlatan bir yapı söz konusu belki de. Bu oksimoron duruma benim de bir şekilde parçası olduğum sosyal bilim dünyası futbolun geniş kitlelere açık, adapte olması çok maliyet gerektirmeyen popüler bir takım sporu olduğuna ve diaspora özelinde göçmenlerin ulusötesi hayatlara sahip olduğuna dikkat çeken hakiki ama heyecansız bazı açıklamalar terennüm etmekte.

Lakin Türkiye’de futbol taraftarlığının tarihi ve bunun tarihsel trendleri üzerine derinlikli çalışmalar henüz yapılmış değil. Bunun diasporadaki serencamına sıra pek gelecek gibi de durmuyor. Yine de bunun üzerine düşünmek gerekiyor. Bu yazıda kendi iç muhasebemi ve gözlemlerimi ikilemleriyle masaya yatırma hakkını kullanacağım. Bu yazıda satirik ama hükümsüz, aşırı sübjektif ama sahici bir iç bakış vadediyorum. Nitekim ben ve bana benzer konumdaki taraftarların amacı kaliteli futbol izlemek olsa bunu yaşadığımız ülkelerin daha iyi liglerini ya da tüm dünyanın sitayişle izlediği en seyirlik futbolu olan İngiltere Birinci Ligi’ni takip ederdik. Ama futbola olan ilgimiz diğer birçok şeyde de olduğu gibi büyük oranda sosyalleşmemizin belirlediği bir alışkanlık ve kültürel pratik. Ve bu pratiğimizdeki arayış üst düzey mühendislik ve istatistik hesaplamalarıyla tasarlanmış ve kalite standardını yukarı çektiği kadar da robotlaşmış bir futbolu değil kanlı ve canlı, kendimiz kadar eksikli gedikli bir yansımamızı yeşil sahalarda görmeye şartlanmış belki de.

Almanya’da Pekişen Galatasaraylılığım

Aklımın ermeye ve futboldan haberdar olmaya başladığım 1990’lı yılların sonunda ağabeyimin beni Galatasaraylı yapmasıyla Allah’ın talihli kullarından oldum. Küçüklüğümde bütün keyfiyle kavrayamadığım bu saadetli yılları maalesef 2002-2011 arasında basiretsiz yönetim hatalarının, parasızlığın ve kötü derbi skorlarının olduğu bir feci dönem takip etti. Belalı rakibimiz Fenerbahçe’yi geçmek ve hatta onların kötü durumda olduğunu görüp rahatlama ihtiyacım sanırım bu yıllarda oluştu. 2011-2023 döneminde neredeyse her iki yılda gelen bir şampiyonluklar bu konuda büyük mutluluk verse de hâlâ tamama ermiş değilim. Büyük ihtimalle de ermeyeceğim. Gurme Galatasaraylıların beni çok iyi anlayacağını bilerek gururla itiraf ediyorum: Ben bir “iyi gün taraftarı”yım. Galatasaray’ımız da zaten bir “iyi gün takımı”: Ya şampiyon olur ya da saç baş yolduran bir sezon geçirir; ortası yoktur. Takıma ilgisi azalan taraftarlar gibi ben de böyle dönemlerde “22 kişinin bir topun peşinden koştuğu barbar sporu”yla olan münasebetimi azaltır ve bir sonraki sezonu beklemeye başlarım.

Bazı fasılalarla beraber yaklaşık 5-6 yıldır Almanya’da yaşıyorum. Hiçbir zaman tribüncü bir taraftar olmadım. Genellikle bilgisayar ya da televizyon ekranında takip ettiğim maçı odaklanarak izlemeyi tercih eden biriyim. Sarı-kırmızı bir forma giydiğim bir fotoğrafımı dahi bulamam. Bu durumda Galatasaray Üniversitesinden mezun olurken çekilen cübbeli fotoğrafıma sığınıyorum.

Bu anlamda göç edip ülke değiştirmek takımımla olan ilişkimi kısıtlamadı. Aksine buna daha fazla dikkat verir, futbol üzerinden daha fazla muhabbet eder bir hâle geçtim. Bunda Galatasaray’ımızın son yıllarda daha fazla kupa kazanmış olmasının etkisi bulunmakla beraber Almanya’daki çevremin beni buna daha fazla sevk etmesi de bir faktör. İstatistiklere nasıl yansıdığını bilmemekle beraber Almanya’daki Türkiye kökenli taraftarların büyük kısmı Galatasaraylı. Kuşkusuz 1990’lı ve 2000’li yıllarda Galatasaray’ın Avrupa’da çok daha fazla maç yapması ve başarı edinmesi bundaki etkenlerden biri.

Türkiye’den görece daha yoğun bir Galatasaraylılık bulduğum Almanya’daki Türk taraftar ortamında Galatasaray Üniversitesi mezunu olmak da bana bazı konforlar getirdi. Üniversitedeki herkesin Galatasaray taraftarı olmadığı ya da Galatasaray Lisesi ile üniversitenin aynı kurumlar olmadığı nüanslarını -sorulmadıkça- açıklamaya gerek duymuyorum. Ortamda “gerçek” Galatasaraylı olarak algılanmanın keyfini sürüyorum.

“İnsan Memleketini Neden Sever? Başka Çaresi Yoktur da Ondan”

10 yıldır şampiyonluk bekleyen Fenerbahçeliler bu hayal kırıklığıyla biraz seslerini azaltmış olsa da tutkulu taraftarlar. Hatta iki kulübün 2010 yazında Almanya’da oynadığı hazırlık maçında çıkan tribün olayları nedeniyle Alman yetkililer bir daha hazırlık maçı kabul etmeme kararı aldı. Bu yazıyı yazma fikri aklıma gelmeden önce yaklaşık 20 yıldır Almanya’da yaşayan 40’lı yaşlardaki bir Fenerbahçeli ağabeyime bir galibiyet sonrasındaki mutlu anında sormuştum: “Neden Türk futbolu hâlâ gündeminde?” Arkadaşlarıyla muhabbet etmesi için bir vesile olduğunu ve futbolun kendisi için çok da ciddi bir şey olmadığını söylemişti. Onun bu beyanına karşılık; bulunduğu çevredeki eser miktardaki Fenerbahçeliden biri olarak takımının her tökezlemesinde arkadaşları soluğu ensesinde alıyor. Takdiri kendisini daha yakından tanıyan dostlarına bırakıyorum.

Akçaabatlı ve sıkı bir Trabzonsporlu olan 40 yaşına yaklaşan Mehmet ağabeyim ise yaklaşık 20 yıldır Almanya’da. Kendisine bu soruya sorduğumda yüzünde beliren acı tebessümle bir video açıyor. Vizontele filmindeki Belediye Başkanı Nazmi Doğan sözü alıp kalabalığa hitap ediyor: “İnsan memleketini neden sever? Başka çaresi yoktur da ondan.” Sosyal kökeniyle çatışmadan ve onu kabul ederek yaşadığını bir anlamda ifade eden Mehmet ağabey, Türk futbolunu izliyor olmadaki çelişkiyi reddetmeden kabul edenlerden.

Benzer bir soruyu Almanya’da doğmuş ve hep burada yaşamış 30’lu yaşlarındaki benden daha fanatik bir Galatasaraylı arkadaşıma da soruyorum. O da aile ortamında edindiği taraftarlık duygusunu ilk sıraya koyup bu nedenle hâlâ izlediğini belirtiyor. Sonra bir nefes alıp verip “Herhâlde Galatasaraylı olmasam izlemezdim.” diyor. Bu söze ben de katılıyorum. Sanıyorum en büyük motivasyonlardan biri şu anda kazanıyor olmak. Allah’tan takımı kötü durumda olan ve bilhassa yerel kulüp taraftarı olan futbolseverlere sabır diliyorum. Onların hal-i pürmelali demir leblebi çiğnemeye benziyor.

Taraftarlığın Hayatımızda Gördüğü İşlevler

Peki, ömrünü Almanya’da geçirmiş ve bütün sosyalleşmesini burada yaşamış Türkiye kökenli futbolseverlerin ezici çoğunluğu neden Alman takımlarını tutmuyor? Özellikle 2000’li yıllarda Alman futbol kulüplerinde oynayan ve millî takımlarda forma giyen Türkiye kökenli sporcuların sayısı arttı. Ayrıca Alman futbol yönetimi belli eksikliklere rağmen çeşitliliği ve kapsayıcılığı gözetmeye çalışıyor. Bu sorulara cevaben akla gelen ilk olağan nedenler, aile içi aktarımın oynadığı kuvvetli rol ve Almanya’ya kitlesel olarak göç etmiş Türklerin kendi dayanışma yapı ve ağlarına sahip olması.

Hayatta her şeyi mantıken yapmak zorunda olmadığımızdan hareketle Türk diasporası da irrasyonel bir iştigal olan futbolu kendi köken ülkesiyle olan irtibatını sürdürmek için kullanmış ve hâlâ kullanıyor gibi duruyor. Sağ-muhafazakâr bir Alman siyasetçi uzakta bir yerde vaziyetimize bakıp “İşte bunlar hep entegrasyonsuzluktan!” diye yakınıyor olsa da Türk futboluna olan bu uzaktaki yoğun alakayı geri dönüş mitiyle yoğrulmuş bir göçmen topluluk olma nazarında ele almak gerekiyor.

Entegrasyon demişken taraftarlığın genel manada bireyin iç dünyasında oynadığı rol üzerine de biraz düşünmek gerek. Kolektif bir aidiyetin parçası olmanın verdiği kapsanma, takımın galip gelmesinin ödünç verdiği mutluluk ya da mağlubiyette duyulan üzüntü ve hınç gibi suni bir kimliği var edip yaşatan duyguların Türk taraftarlar özelinde daha da yoğun yaşandığı fikrindeyim. Hatta yukarıda bahsettiğim arkadaşlarınca kızdırılan Fenerbahçeli ağabeyi hatırlatayım: Rakibi mağlup, bedbaht ve kırılgan görmenin verdiği keyif, tutulan takımın verdiği galibiyetin bile önüne geçebiliyor. Futbolun görece geç yeşerdiği Türkiye ve diasporasında birkaç istisna dışında yerel kulüplerin taraftarı yok denilecek kadar az ve 3-4 büyük kulüp arasındaki topyekûn bir yıpratma savaşı taraftarların sosyal yaşantısına sızmış ve hatta burada yeniden üretiliyor.

Kendini reel gibi hissettiren suni kimlikler üzerinden oynanan bu -eskilerin tabiriyle- galebe çalma oyunundaki sıkı rekabet, bireydeki yansıtma, ödünleme, idealleştirme gibi belli bazı psikolojik savunma mekanizmalarını işletiyor olmalı. Bu ihtimallere ilaveten, kişinin kendi yapmadığı bir spora seyirci ve taraftar olarak giderek daha fazla iştirak etmesini bireyin kendini gerçekleştirme yolunda karşılaştığı zorlukların telafisi gibi gören bazı yorumlamaları akla getiriyor. Tanpınar’ın istihzalı “Psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır.” tespitine sığınarak bu yorumları hesaba katmama hakkımı kullanıyorum.

İrrasyonel Tercih İhtiyacı ve Taraftarlık

Bunun yerine Türk futbolunun varlık ve izlenme sebebi üzerine şu şekilde düşünmeye davet ediyorum: Türkiye’de yaşayanlar için sosyal hayatın bir minyatürü ve diasporadakiler için köken ülkeyle bir özdeşim kurma aracı olan Türk futbolu belki de içimizdeki kolektif bencilliği ve kaostan beslenme güdüsünü nispeten daha önemsiz bir alanda (Jürgen Klopp’un tabiriyle “Futbol en önemsiz şeyler arasındaki en önemli şeydir.”) dışa vurarak karşılamamızı sağlıyor.

Doğrularım ve yanlışlarımla hayatı iyilik üzerine yaşamak gerektiğine inanan biri olarak Türk futbolundaki yoğun yıpratma harbinin bir tarafı olmanın bir çelişki olduğunu kabul ederek ifade etmek istiyorum: Futbol taraftarlığı bireyin duygu durumunu dengeye oturtmasına yardımcı olduğu kadar bu yazının girişinde vurguladığım kalitesiz, özensiz, riyakâr ve gayri adilane davranışları hayatın bütününde normalleştirmesine ve olağan görmesine de yol açabilir. Bu ikinci ihtimalden hep kaçınabilmek dileğiyle, hayattaki her şeyi mantığa bürümeden yapma özgürlüğüne de sahip olduğumu hatırlayarak Galatasaray’ın bir sonraki galibiyetini ve Fenerbahçe’nin mümkün olan ilk fırsatta puan kaybettiğini görmeyi bekliyorum.

Burak Nuri Gücin

Galatasaray Üniversitesi’nde Sosyoloji programından mezun olan Burak Gücin, sonrasında Heidelberg Üniversitesi’nde Kültürel Çalışmalar alanında yüksek lisansını tamamlamıştır. Gücin, Perspektif redaksiyon ekibinin üyesidir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler