'Anatomi Serisi'

Zorunlu ve Gönüllü Göç Nedir? Kavramların Tarihçesi ve Ayrımı

Akademik literatürde, siyasette ya da medyada göçten bahsedildiğinde sıklıkla karşımıza çıkan bir ayrım vardır: Zorunlu ve gönüllü göç. Peki, bu ikisi tam olarak nedir ve aralarındaki ayrım hangi temele dayanarak yapılır? Göç hareketlerini yalnızca bu iki kategori çerçevesinden analiz etmek ne ölçüde mümkündür? "Anatomi" serisinde bu soruları ele aldık.

Fotoğraf: Shutterstock- Andrey_Popov

Kabaca tanımlanacak olursa, savaş, afet, çatışma ve insan hakları ihlalleri gibi nedenlerle bireylerin yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalmaları “zorunlu göç” ve daha iyi yaşam koşulları arayışıyla (örneğin eğitim, iş veya aile birleşimi gibi sebeplerle) kendi iradeleriyle yer değiştirmeleri ise “gönüllü göç” olarak tanımlanır. Her ne kadar göç, insanlık tarihi kadar eski bir olgu olsa da zorunlu ve gönüllü göç ayrımı oldukça modern bir kavramsallaştırma olup yakın geçmişte ortaya çıkmıştır.

Zorunlu ve Gönüllü Göç Kategorilerinin Tarihsel Kökeni

19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında yaşanan büyük ölçekli göçlerde, bireyler göç etme nedenlerine bakılmaksızın genellikle “göçmen” olarak tanımlanıyordu. Ancak bu durum, I. Dünya Savaşı, Rusya’daki Bolşevik Devrimi ve Yunanistan ve Türkiye arasındaki nüfus mübadelesi gibi gelişmelerin ardından değişmeye başladı. Bu olaylar sonucunda göç etmek zorunda kalan kişilerin takibini yapabilmek amacıyla, 1921 yılında Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) tarafından “Mülteciler Yüksek Komiserliği” pozisyonu oluşturuldu.[1]. Bu göreve getirilen ilk isim olan Fridtjof Nansen, savaş sonrası vatansız kalan veya yerlerinden edilen mültecilerin, aile birleşimi ya da iş bulma amacıyla farklı ülkelere özgürce seyahat etmelerine imkân tanıyan ve sonraları “Nansen Pasaportu” adıyla anılacak olan bir seyahat belgesini kullanıma sokarak, mültecilerin başka bir ülkeye yerleşip “göçmen” olarak tanımlanabilmelerinin önünü açmış oldu.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında milyonlarca insanın yeniden yerinden edilmesiyle birlikte, 1921’de geçici olarak kurulan Mülteciler Yüksek Komiserliği, 1950 yılında Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) adıyla kalıcı bir kuruma dönüştürüldü. Nansen Pasaportu, iki savaş arasında yer değiştiren kişilere seyahat özgürlüğü tanırken; BMMYK, II. Dünya Savaşı sonrası mülteciler için üç temel çözüm seçeneği sundu: Gönüllü geri dönüş, sığınma başvurusu yapılan ilk ülkede yerleşim veya üçüncü bir ülkeye yeniden yerleştirme.

1951 yılında yayımlanan Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi‘nde “mülteci”, “ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişi” olarak tanımlandı. Böylece zorunlu olarak yer değiştiren “mülteci” ile kendi isteğiyle, daha iyi yaşam koşulları arayışıyla göç eden “göçmen” arasındaki ayrım giderek daha belirgin hâle gelmeye başladı.

Ancak şunu da belirtmek önemlidir ki, Cenevre Sözleşmesi’nin vurgusu, kişilerin ülkelerini neden terk ettiklerinden çok, neden geri dönemedikleri üzerineydi. Aynı şekilde, II. Dünya Savaşı sonrası mültecilerin haklarını korumak amacıyla oluşturulan bu sözleşme, Soğuk Savaş dönemi koşullarının bir ürünüydü ve yalnızca 1 Ocak 1951’den önce iltica etmek zorunda kalan kişileri kapsıyordu. Bu sözleşme, dünyanın diğer bölgelerindeki çatışmalar ve savaşlar sonucu yerinden olanları veya kuraklık, sel, deprem gibi doğal afetler nedeniyle göç etmek zorunda kalanları kapsamıyordu. BM’nin tanımladığı “mülteci” kategorisi, aynı zamanda kendi ülkesinin sınırları içinde çatışma, savaş, doğal afet gibi sebeplerle yerinden edilen “ülke içindeki yerinden edilmiş kişileri” de kapsamıyordu. Bu eksiklikleri gidermek amacıyla, 1967’de imzalanan bir ek protokolle 1 Ocak 1951 öncesi iltica etme şartı kaldırıldı ve Cenevre Sözleşmesi’nin uygulama alanı genişletildi. Ancak yine de, BM’nin “mülteci” tanımının ötesinde daha geniş bir “zorunlu göçmen” tanımına ihtiyaç olduğunu savunan akademisyenler ve siyasetçiler, bu konuda çalışmalar yapmaya ve yazılar kaleme almaya başladılar.

Zorunlu Göç Tanımı Nasıl Ortaya Çıktı?

Bazı araştırmacılar, mülteci tanımının sınırlarının genişletilmesi gerektiğini savunurken, bazıları da mülteci ile zorunlu göçmen kategorilerinin ayrılması gerektiğini ileri sürdü. Bu iki grubun birleştirilmesinin mültecileri dezavantajlı konuma sokabileceğini düşünenler de oldu.

Zamanla, bu iki grup arasındaki etkileşimleri anlamaya çalışan daha esnek bir yaklaşım benimsendi. Böylece, yalnızca BM’nin mülteci tanımına dayanan dar bir mülteci çalışmaları alanı yerine, daha kapsayıcı bir “zorunlu göç” alanı ortaya çıktı. Bu gelişmelerin ve tartışmaların neticesinde, BM mülteci rejimi de ek protokollerle ve kategorilerle genişletildi[1]. Örneğin ülke içinde yerinden edilen kişiler 1998’de BMMYK kapsamına alındı ve bu kişilerle alakalı kılavuz ilkeler yayımlandı.

Aynı şekilde, 1998’de yayımlanan bir raporla BMMYK, yalnızca ülke içinde yerinden edilmiş kişilerin değil, sığınmacıların ve geldikleri yerlere (place of origin) geri dönmüş ama korunması gereken mültecilerin de BMMYK’nin ilgi ve yetki alanına girdiğini belirtti.

Benzer biçimde, BMMYK 2003’ten itibaren haymatlos (vatansız) kişileri de sorumluluk alanına aldı. 2007’den beri de BMMYK’nin yayımladığı resmî mülteci rakamları içinde “ülke içinde yerinden edilmiş kişi benzeri” veya “iltica benzeri durumdakiler” gibi resmî olmayan kategorileri de görmek mümkün. Son zamanlarda ise, iklim değişikliği sebebiyle yer değiştirmek zorunda kalan ve kalacak kişilerin BMMYK’nin yetki alanına girmesi gerektiği gündemde.

BMMYK’nin yetki alanına sürekli yeni kategorilerin eklenmesinin de gösterdiği gibi, zorunlu göç kolayca tanımlanabilecek bir kategori değil. Nitekim, BMMYK’nin 2006’da hayata geçirdiği “Karışık Göç Hareket Planı” da bu zorluğu doğrular biçimde “farklı göç motivasyonlarına sahip kişilerin aynı göç yollarını kullanarak yer değiştirdiği karışık hareketler”den bahsediyor ve mültecilerle uluslararası göçmenlerin, farklı göç motivasyonlarının ve göç hareketlerinin iç içe geçmişliğine işaret ediyordu. Bu tarihten itibaren, göç hareketlerinin analizinde “karışık göç” tabiri de sıklıkla kullanılmaya başlandı.

Gönüllü Göç Tanımı Kimler İçin Kullanılıyor?

“Zorunlu göç”e kıyasla “gönüllü göç”ün sınırları daha net, tanımı da daha basit gibi gözükse de aslında “gönüllü göç”ü tanımlamak da en az “zorunlu göç”ü tanımlamak kadar zor. Özellikle siyasi tartışmalarda ve medyanın kullandığı haber dilinde gönüllü göç, sadece zorunlu göçün zıddı olarak tanımlanıp “Zorunlu olmayan tüm göçmenler gönüllüdür,” gibi bir sonuca varılıyor. “Mülteci”, “sığınmacı”, “ülkesinde yerinden edilen kişi” gibi hâlihazırda pek çok kategorinin kullanıldığı ve sürekli yeni kategorilerin ve kriterlerin ortaya atıldığı “zorunlu göç” alanının tersine, “gönüllü göç” konusunda tek kritere, yani gönüllülüğe vurgu yapılıyor. Genellikle, kendisinin veya ailesinin yaşam koşullarını iyileştirmek için daha yaşanabilir bir iklim, daha iyi bir iş veya daha iyi eğitim imkânlarının peşinde olan yaşam tarzı göçmenleri, iş gücü göçmenleri, uluslararası öğrenciler veya aile birleşimi sebebiyle yer değiştirenler “gönüllü göçmen” olarak kategorize edilirken, aslında “gönüllü”nün nasıl tanımlandığı pek de net değil.

Gönüllü tanımı kullanılırken tamamen özgür bir seçimden mi bahsediyoruz?  Yoksa sınırlı sayıda seçenek arasında, kötünün iyisini seçmek de “gönüllü” bir seçim olarak sayılıyor mu? Bu noktaya dikkat çeken birtakım akademisyen, çoğunlukla “gönüllü göçmen” olarak görülen “iş gücü göçmenleri”nin aslında “zorunlu göçmen” olarak da tanımlanabileceğini; zira göç kararını kendileri gönüllü olarak vermiş olsalar da, onları bu göçe küresel ekonomik koşulların ve sermaye sahipleri lehine işleyen, adil olmayan kapitalist sistemin zorladığını iddia ediyor.

Bazılarına göre ise, bu görüş kısmen doğru olsa da, savaş ya da benzeri hayati tehditlerden kaçanlarla sadece daha iyi iş olanakları arayan kişilerin zorunlulukları aynı şekilde değerlendirilemez. Bu nedenle, bu ayrımı sorgulamak, gerçekten korunmaya ihtiyaç duyan sığınmacı ve mültecilerin durumunu tehlikeye atabilir.

Peki bir kişiyi gönüllü göçmen olarak tanımlamak için, bu kişinin zorla göçmemiş olması yeterli mi? Bu soruya yanıt arayan Valeria Ottonelli ve Tiziana Torresi, göç hareketlerinin gönüllü sayılabilmesi için mecburiyet yokluğuna ek olarak üç kriterden bahsediyor: Bunlardan birincisi göç kararı veren kişinin, çıkış noktasında da varış noktasındaki kadar kaliteli bir yaşam sürdürebilmesini sağlayacak alternatiflerin olması; ikincisi göç kararı veren kişinin bir “vazgeçiş planı”nın ve istediği zaman çıkış noktasına geri dönebilme imkânının olması; üçüncüsü ise göçmenlerin, göç edilecek yer ve oraya ulaşmak için geçilmesi gereken yol hakkında önceden yeterli bilgiye sahip olması.

Bazı akademisyenler, bu kriterlerin teoride zorunlu ve gönüllü göç ayrımını bir ölçüde netleştirdiğini kabul etse de, bunları gerçek hayatta bu kadar kesin biçimde uygulamanın zor olduğunu belirtiyor. Örneğin belirli bir ülkeye, şehre ya da bölgeye gitmek için yola çıkan bir kişi, yol üzerindeki başka bir yerde zorunlu olarak kalmak zorunda kalırsa, başlangıçta gönüllü göçmen olarak yola çıksa da göçünü zorunlu göçmen olarak tamamlamış olur.

Göç Kavramlarını Bir Spektrum Üzerinden Düşünmek

Sonuç olarak, zorunlu ve gönüllü göç arasındaki ayrım kesin çizgilerle ayrılmış, siyah-beyaz bir ayrım değildir. Aksine, bu ayrım gri alanları oldukça fazla olan bir konudur. “Zorunlu göç nerede biter, gönüllü göç nerede başlar?” gibi sorulara net yanıtlar vermek kolay değildir. Hatta bazı uzmanlara göre bu tür bir ayrım; “yardımı hak eden mülteci” ve “yardımı hak etmeyen yasa dışı göçmen” gibi sorunlu ikiliklerin yeniden üretilmesine de zemin hazırlamaktadır. Çünkü yerinden edilen kişilerin nasıl tanımlandığı ve hangi kategoriye alındığı, göç ettikleri ülkelerde hem devletin hem de toplumun onlara nasıl davranacağını, hangi haklara erişebileceklerini ve korunup korunmayacaklarını doğrudan etkiler. Yine de zorunlu ve gönüllü göç kategorilerinden tamamen vazgeçmek yerine, bu iki kavramı birbirinin zıddı olarak değil, bir spektrumun birbirini tamamlayan parçaları olarak görmek; ayrıca akademisyenlerin, siyasetçilerin ve uluslararası kurumların bu alandaki katkılarını ve sürekli değişen tanımları dikkatle izlemek faydalı olacaktır.

 

Dipnotlar: 

[1] Bu bölümdeki bilgiler için Oliver Bakewell 2021’den faydalanılmıştır: https://www.elgaronline.com/edcollchap/edcoll/9781788117227/9781788117227.00017.xml

[2] Bu kısımdaki bilgiler Helene Thiollet ve diğerleri 2022’den alınmıştır: https://www.magyc.uliege.be/cms/c_11277034/fr/d-8-11

Perspektif’le Avrupa gündemini günlük takip etmek ister misiniz? Perspektif bültenine kaydolun, Avrupa'daki gelişmeler e-posta kutunuza gelsin.

Gülay Türkmen

Gülay Türkmen, yüksek lisans ve doktora derecelerini Yale Üniversitesi’nden almış bir sosyologdur. On beş yılı aşkın süredir Orta Doğu ve Avrupa’da din, etnik köken, göç ve çeşitlilik üzerine araştırmalar yürütmektedir. ABD, Avusturya ve Almanya’da akademik çalışmalarını yürütmüş olan yazar güncel olarak RWTH Aachen Üniversitesinde araştırmalarına devam etmektedir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler