'Göçün Bilinmeyen Hikâyeleri'

İlk Nesil Göç Fotoğrafları Ne Anlatıyor?

Fotoğraflar “gönderen ve alıcı” arasında yalnızca onların bildiği bir dilde bağ kurmaya yarayan hayali bir imge midir? İlk nesil misafir işçilerin ailelerine gönderdikleri fotoğraflar, taşıdıkları anlam itibariyle kadrajda görünmeyen pek çok şeyi içerisinde barındırıyordu. Gökhan Duman, Göçün Bilinmeyen Hikâyeleri Serisi’nin üçüncü yazısında Almanya ve Türkiye arasında yolculuk eden fotoğrafları yorumladı.

1972 yılında Türkiye'den Almanya'ya gönderilen bir fotoğraf.

“Fotoğraf görülmüş olanı kaydederken, daima ve doğası gereği, görünemeyene de işaret eder.”

John Berger’in “Bir Fotoğrafı Anlamak” isimli kitabında dile getirdiği “fotoğrafın hayali doğası” belki onun 46 yıl önce göçmen işçilerin hayatını anlattığı “Yedinci Adam” kitabını daha iyi anlamamıza aracılık ediyor. Berger, kitabında 229 fotoğrafa yer veriyor ve farklı ülkelerdeki göçmen işçilerin Avrupa’nın fabrika, maden ve atölyelerinde çalışmak için çıktıkları yolu aydınlatıyor. Peki gerçekten Berger’in ifade ettiği gibi fotoğraflar görünmeye de işaret eder mi? Söz konusu olan bir göç fotoğrafıysa bu fazlasıyla mümkün.

Eskiler “suret” dermiş fotoğrafa… Arapçada “görünüş, biçim” anlamına geliyor. Her fotoğraf içerisinde kendi duygusunu da barındırır. Göç fotoğrafları da böyledir. Donmuş bir ana bakarken zihnimiz ardı ardına bazı referanslar göndererek göç fotoğrafını bir duygu sarmalına çevirir. Evden uzakta olma, bilinmezlik, merak, özlem duygusu, yeniden bir araya gelebilmenin ve uzaktaki geleceğin hayaliyle fotoğraf başka anlamlara bürünür.

Türkiye’den giden ilk nesil misafir işçilerin ailelerine gönderdikleri fotoğraflar da taşıdıkları anlam itibariyle kadrajda görünmeyen pek çok şeyi içerisinde barındırıyordu. Bu dönemin karakteristik fotoğraflarında işçilerin mekan ve giyim-kuşam tercihleri dikkat çekmektedir. Deutsche Post’la Almanya’dan Türkiye’ye gönderilen zarflar, içerisinde “afili pozlar” taşımaktadır. Bu pozlar bir maden ocağında, bir fabrikanın akar bandında veya bir atölyenin çelik dişlilerin önünde, kirli paslı tulumlar ve yorgun bakışlarla verilmiş pozlar değildir. Aksine şehrin en süslü mekanlarında, en şık kıyafetlerle verilen “havalı pozlar”dır.

Bugünün en unutulmaz anı ise birlikte ya da tek olarak verilen pozlardır. Ve hepsinin ortak bir adı vardır: “Pazar fotoğrafı”

Misafir İşçilerin Buluşma Mekanları

Misafir işçiler, haftanın tek tatil günü olan pazar gününe özenle hazırlanırlar. Sabah erkenden traşlar olunur, kokular sürülür, saçlar yapılır. Takım elbiseler giyilir, kravatlar takılır, ayakkabılar da cilalandıktan sonra şehrin merkez tren istasyonunun yolu tutulur. İstasyonlar misafir işçilerin buluşma mekanıdır. Her pazar günü istasyonun meydanında veya bekleme salonunda buluşarak birbirleriyle hasret giderir, kendi iş yerleri ve yurtlarında olup bitenleri paylaşırlar. Bir yandan da memleketten havadis getirenler dinlenir ve varsa eski gazeteler birlikte okunur. Geçen günlerin muhasebesi yapılırken, iş değiştirmek, araba almak, daha iyi bir “heim” bulmak isteyenlere ya da başkaca maruzatı olanlara çözüm aranır. Bugünün en unutulmaz anı ise birlikte ya da tek olarak verilen pozlardır. Ve hepsinin ortak bir adı vardır: “Pazar fotoğrafı”

Fotoğrafların Yol Arkadaşı Dizeler

Genellikle bir park, bir cadde ya da gösterişli bir binanın önü seçilir. Fotoğrafa fon olması için şehrin sembol yapıları ya da onlara çekici gelen diğer mekânlar tercih edilir. İşte oldu, Almanya’nın onları ne kadar değiştirdiğini gösteren fotoğraflar kadrajdan süzülerek filme yansıdı. Bir fotoğrafçı stüdyosundaki kısa yolculuğun ardından beğenileri toplamak için hazır. Artık memlekete doğru yola çıkması için tek bir şey kaldı. Arkasına yazılacak tılsımlı sözcükler… Bu “özgüvenli” ve kendinden emin verilen pozların arkasına yine aynı duruşu sergileyen sözcükler yazılması beklenir. Ancak ilk nesil göç fotoğrafları bu yönüyle de sürprizlerle doludur ve ortadaki tezatlık bir çırpıda anlaşılır.

“Kendim uzaktayım hayâlım yakın / Resmimi saklayın atmayın sakın.

 Cismim uzak ise hayâlım yakın / Resmime baktıkça ağlama sakın.”

Sanki hep bildiğimiz, hissettiğimiz, fakat zamanla unuttuğumuz bir duyguyu ansızın hatırlatıyor bu cümle. Uzun yıllar boyunca pek çok fotoğrafın arkasına buna benzer cümleler yazıldı durdu. Unutulmaktan ve fotoğrafın bir kenara atılmasından duyulan korku dile getirilirdi. Oysa unutmak, bir kenara atmak şöyle dursun akla gelen her an bakılırdı o fotoğraflara.

“Ömrüm rüzgar önünde sallanan bir yapraktır, insan fanidir, en son olacağı kara topraktır. Resmim hatıradır bakın, kıymetimi bilmeyene vermeyin sakın.” (İbrahim Germeç, Bochum, 1964)

“Emine… Resmim bir hayaldir. Eğer ben ölürsem resmim ebedi sizlere hatıra olur. Resmimi saklayın, sakın yırtıp atmayın.” (Niyazi Koçak, Stuttgart, 1971)

Türkiye’den Almanya’ya göçün üzerinden geçen 60 yıl, çok fazla insanın hayatında iz bıraktı. Göçün Bilinmeyen Hikâyelerinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
TIKLA

O yıllarda fotoğraf çektirmek lüks sayılabilecek bir şeydi. Uzaklardan gelen bir fotoğraf, başına bir şey gelmesin diye özenle saklanırdı. Peki, bu denli kıymetli bir şeyin arkasına neden sürekli “sakın unutmayın, yırtıp atmayın” notları düşülüyordu? Belki “gözden ırak olan gönülden de ırak olur” düşüncesiyle, “unutulma” korkusu dile getiriliyordu. Uzakları yakın etmenin en kısa yollarından biri ise hiç şüphesiz “resmin” gücünden yararlanmaktı. Onlar da öyle yapıyordu. Fotoğraflar “gönderen ve alıcı” arasında yalnızca onların bildiği bir dilde bağ kurmaya yarayan hayali bir imgeye dönüşüyordu. Bunu ilk kez yapan onlar mıydı? Dönemin ünlü ressamlarına portrelerini çizdirerek sembolik mekanlara astıran Ortaçağ Avrupası’ndaki kraliyet mensupları ve soylu aileler kendilerinden sonraya bir suret bırakma düşüncesinde miydi? Ve hatta daha geriye gidecek olursak binlerce yıl önce yapılıp eski medeniyetlerin başkentlerinde en yüksek tepelere dikilen kral heykelleri ve Firavun lahitlerine çizilen resimler de “hatırlanma” ve “unutulmama” içgüdüsünün yansımalarından sayılabilir miydi?

Yalnızca Türkiye’ye gönderilen fotoğraflar değil, çok geçmeden tersi istikamette yola çıkan posta zarfları da benzer ifadelere bürünmüş fotoğrafların taşıyıcısı olacaktı.

“Sakın Bizi Unutmayasın”

John Berger, “Görme Biçimleri” kitabında şöyle söylüyor: “Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir. Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez.”

“Baktıkça hatırlamak için değil, hatırladıkça her an bakmak için gönderiyoruz. Sakın bizi unutmayasın, bu resmimiz sana hatıra kalsın. Küçücük yavrular nasıl dayansın? Bizim yüreğimiz taş mı demir mi?”

Yalnızca Türkiye’ye gönderilen fotoğraflar değil, çok geçmeden tersi istikamette yola çıkan posta zarfları da benzer ifadelere bürünmüş fotoğrafların taşıyıcısı olacaktı. 1972 yılında Almanya’dan Türkiye’ye gönderilen bir fotoğrafın arkasında işte tam olarak böyle yazıyordu. Endişeli ve mahzun bakışların birbirine karıştığı bir suretti bu. Uzakla bir diyarda, ailesi için daha iyi bir hayatın peşinde koşan “evin babasına” gönderiliyordu. Eşini ve çocuklarını her an hatırlaması ve hatırladıkça da fotoğrafa bakması isteniyordu. “Sakın bizi unutmayasın” cümlesi öylesine söylenmiş bir cümleden öte, içerisinde “hayali anlamlar” taşıyan bakışların tamamlayıcısıydı. Ve okuyanı olduğu yere çivileyen “Bizim yüreğimiz taş mı, demir mi?” cümlesi… Belli ki “unutulma” korkusu her şeyin önünde geliyordu. Giden için de, kalan için de değişmeyen tek şey “hatırlanma” arzusuydu.

Fotoğraf Karesinin Ardındaki Dünya

İlk nesil göç fotoğrafları, bir dönemin sosyolojisine ışık tutuyor. Takım elbiseli ve “janti” adamların pozlarıyla bezeli “Pazar fotoğrafları”, bir yandan ağır şartlar altında çalışan “misafir işçi” gerçekliğini tam anlamıyla yansıtmazken, bir yandan fotoğrafın ön yüzündeki özgüvenli ve “afili” duruş, arka tarafa yazılan “unutulma” ve “yırtıp atılma” korkusuyla çelişerek tezatlarla dolu bir dönemi resmediyor.

Berger’in altını çizdiği “fotoğrafın hayali doğası” ilk nesil göç fotoğrafları üzerinde kendisine fazlasıyla karşılık buluyor. Baktığımız “şık” suretin arka fontunda madenler, fabrikalar, savaştan kalma 8 kişilik yurt odalarının gölgesini görebiliyoruz. Cümleler ise ön taraftaki emin duruşun ürkek bir silueti gibi korkulara ev sahipliği yapıyor. Bildiğimiz bir şey var ki birbirini tanımayan ancak aynı duyguyu paylaşan on binlerce insan bir zamanlar aynı yollardan yürüyüp geçtiler. İlk kim söylemişti, ilk kim yazmıştı fotoğrafın arkasına o tılsımlı sözcükleri?

Ne diyordu hani:

“Kendim uzaktayım hayâlım yakın / Resmimi saklayın atmayın sakın.

Cismim uzak ise hayâlım yakın / Resmime baktıkça ağlama sakın.” *

 

Dipnot: 

*Göçüp Kalanlar, Resmime Baktıkça Ağlama Sakın, Abdulhamit Kırmızı, Editör: Gökhan Duman, 2016

Gökhan Duman

Yazar ve editör olan Duman, “11. Peron” ve “Göçüp Kalanlar” isimli kitapların yazarı, ayrıca “DiasporaTürk” isimli sosyal medya hesabının kurucusudur.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler