Prof. Dr. Hacı Halil Uslucan: “En Kötü Seçenek, Seçime Gitmemek!”
Almanya'daki göçmen kökenli nüfusun siyasi katılımı, yaklaşan seçimlerle birlikte giderek daha fazla önem kazanıyor. Psikolog ve göç araştırmacısı Prof. Dr. Hacı Halil Uslucan ile Türkiye kökenli seçmenlerin oy verme davranışlarındaki değişimleri, aşırı sağa yönelik eğilimleri ve Almanya’nın Orta Doğu politikalarının seçim tercihlerine etkisini konuştuk.

Almanya’da seçim gündemi yoğun. Göç kökenlilerin ve özellikle Türkiye kökenli göçmenlerin geleneksel olarak sosyal demokrasiye ve sol partilere yakın olduğu biliniyordu. Ancak son zamanlarda bu dengelerin değiştiği görülüyor. Sizin mevcut tabloya dair yorumlarınız nelerdir?
Aslında bu, yeni bir gelişme değil. Türkiye Uyum ve Araştırmalar Merkezi’nde (ZfTI) yaptığımız çalışmalarda, Türkiye kökenli göçmenler arasında uzun yıllar boyunca belirgin bir liberal sol eğilim olduğunu gözlemledik. İnsanlar Sosyal Demokrat Parti (SPD), Sol Parti (Die Linke) ya da Yeşiller (Die Grünen) gibi partilere toplamda yüzde 80’lik bir eğilim gösteriyordu. Ancak bu eğilim, 2018’den itibaren değişmeye başladı.
O dönemde, Hristiyan Demokratlar (CDU) içinde Armin Laschet gibi Türkiye kökenlilere olumlu yaklaşan siyasetçilerin yanı sıra, Serap Güler ve Cemile Gioussouef gibi Müslüman veya Türkiye kökenli adayların ön plana çıkması, CDU’yu göç kökenliler için bir alternatif hâline getirdi. Bundan önce çok uzun bir süre ise SPD işçilerin ve azınlıkların haklarını ön planda tutan bir parti olarak algılanıyordu.
Ancak Türkiye kökenli göçmenler arasında da giderek artan bir heterojenleşme ve değişim gözlemliyoruz. “Milieu farkları” dediğimiz sosyo-ekonomik statüde, toplumsal çevre ve yaşam tarzındaki ayrışmalar, Almanya’daki Türkiye kökenli seçmenlerin homojen bir grup olmaktan çıkmasına neden oldu. Artık klasik işçi sınıfına mensup olmayan, işveren, orta sınıf mensubu birçok insan mevcut. Örneğin, Türkiye kökenli bir işveren, Hristiyan kimliğini ön planda tutmasa bile, işveren yanlısı politikaları nedeniyle CDU’yu cazip bulabiliyordu. Bu durum, 70’li yılların işçi partisi olan ve işçi haklarını savunan SPD ile Türkiye kökenliler arasındaki geleneksel bağın zamanla zayıflamasına yol açtı.
Türkiye kökenliler arasında AfD’ye çok az da olsa desteğin olduğu görülüyor. Bu durumu nasıl açıklarsınız?
AfD’nin son yıllarda, özellikle bu sene Türkiye kökenli göçmenler tarafından da seçilebilen bir parti haline gelmesi veya belli bir bölümün bu partiye oy verme ihtimalinin olması oldukça kaygı verici bir gelişme. Bu, daha önce hiç düşünülemeyecek bir durumdu. Türkiye kökenliler arasında AfD’ye verilen destek elbette çok az, zira bu parti esas olarak Rusya asıllı göçmenlerden destek alıyor. Yani göçmenler arasında belirgin bir ayrım var. Türkiye kökenliler, her şeye rağmen daha fazla liberal, sol ve merkez partilere oy verirken, Rusya kökenliler daha çok CDU ve AfD gibi sağ partilere yöneliyorlar.
Türkiye kökenlilerin AfD gibi ırkçı, aşırı sağcı, göçmen karşıtı ve İslam karşıtı bir partiye oy verebilme ihtimali şaşırtıcı olabilir, ancak bunun bazı psikolojik açıklamaları var. İlk olarak, Türkiye kökenliler arasında da ırkçılığın varlığını kabul etmek gerekir. Neticede ırkçılık yalnızca Almanlara veya çoğunluk toplumuna özgü bir durum değil. Bazı insanlar, eşitsizlik ideolojisini benimseyerek, insanların farklı değerlere sahip olduğunu ve bu nedenle eşit olmadıklarını düşünüyor ve bunu etik açıdan sorgulamıyorlar.
İkincisi, Türkiye kökenli göçmenler arasında da Arap karşıtı bir yaklaşımın varlığı. Bu tutum, Türkiye’de de görülebilir. Osmanlı’nın son döneminden gelen bir Arap karşıtlığı da var. Türkiye kökenliler arasında, hiyerarşik bir şekilde “Biz Türkler onlardan daha medeniyiz, daha üstünüz.” gibi bir tasavvur var. Almanya’ya Suriyeli Arapların gelmesiyle birlikte Türklerin kendinden daha düşük bir popülasyonun var olduğunu inanması ve onlara karşı bir antipati beslemesi ile karşılaşabiliyoruz.
Üçüncüsü de daha rasyonel ve sosyal psikolojik bir açıklama. Uzun zaman burada yaşayıp kendisini daha güçlü bir toplumla özdeşleştiren insanlar, ülkeye yeni yabancıların, özellikle Arap kökenli göçmenlerin gelmesiyle kendilerini Almanlarla aynı kefeye konmuş hissedebiliyorlar. Aslında aşırı sağın söylemine göre hepsi “yabancı”, ama Türkiye kökenli göçmenler arasında “Biz onlardan değiliz. Biz daha fazla Alman’ız, buralıyız, ev sahibiyiz.” gibi bir tutum görülebiliyor. Burada güçlü bir kolektif kimlik arayışı ve bu kolektif kimliği göçmenlikte değil, Alman tutumunda ve “güçlü Alman olmak” hâlinden alıp, bir nevi kendisini diğer göçmenlerden ayırış da var.
AFD de, bu durumu kurnaz bir strateji ile kullanıyor. Özellikle AfD’nin şansölye adayı Alice Weidel’in konuşmalarında bu ayrım stratejik bir şekilde kurgulanıyor ve “legal göç” ile “illegal göç” arasında söylemsel bir ayrım sunuluyor. Yani yasal/yasa dışı, iyi/kötü, haklı/haksız göçmen gibi bir ayrım yapılıp sözde etik kavramlar üzerinden göçmenler arasında da bir kutuplaşma oluşturuluyor. AfD göçmenlere, “Aranızda iyiler de var.” diyor. Ama aslında kastettiği şey tüm göçmenlerin “kötü” olduğu. “Biz yasadışı göçe karşıyız, onları geri göndermek istiyoruz.” derken bir nevi etik bir kavram kullanarak “yasadışı” olan göçmenlere karşı olmayı doğal bir tutum olarak takdim ediyor. Birçok insan da, “Eğer bu yasadışı göç ise, engellenmeli.” gibi bir tutumu benimsiyor.
AfD’nin oy oranı yüzde 20’lerin üzerinde seyrediyor. Bu partinin Alman toplumunda gördüğü teveccühü nasıl açıklayabiliriz?
Bunun için birçok neden sayabiliriz. Öncelikle, demografik faktörler öne çıkıyor: Almanya, yaşlı bir toplum. Yaşlı nüfusta “yaşlılık muhafazakârlığı” olarak adlandırdığımız bir fenomen gözlemliyoruz. Bu kesim, değişime daha kapalı olmakla birlikte, korku ve tehdit algıları da daha güçlü olabiliyor.
AfD, tam da bu korkulara hitap eden bir politika izliyor. Muhafazakâr partilere yönelen, mental olarak değişime hazır olmayan yaşlı kesim, AfD’nin göçmenleri şeytanlaştırması ve kriminel olarak göstermesi karşısında bu tehdit algısına daha çabuk kapılabiliyor. Son zamanlarda meydana gelen saldırıların ardından oluşan söylem de AfD’nin işine yarıyor. Örneğin Magdeburg’taki saldırıyı düzenleyen kişi aslında İslam karşıtı ve AfD’li idi. Ama bu saldırı yine AfD’nin göç karşıtı politikalarına olan desteği artırdı.
Bu noktada Almanya’nın genel yapısını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Uzun yıllar boyunca ekonomik ve siyasi istikrar içinde yaşamış olan yaşlı Alman toplumu, son dönemde ciddi meydan okumalarla karşı karşıya. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, artan fiyatlar, enflasyon ve konut piyasasındaki sıkıntılar, insanlarda büyük bir belirsizlik hissi yarattı. AfD, bu durumu fırsat bilerek, “Yatırımlarımızın çoğunu göçmenlere ayırıyoruz.” gibi söylemlerle toplumsal endişeleri kendi politikalarına alet ederek bir tür açıklama sunmuş oldu.
Burada yerleşik partilerin en büyük hatası, AfD’nin kendi ajandalarını ön planda tutmayıp AfD’nin göç karşıtı kampanyasına onların da katılıyor olması. Oysa CDU geleneksel olarak ekonomi, SPD sosyal adalet gibi konularla öne çıkan bir parti. Bu partiler kendilerini diğerlerinden ayıran bu alanlara ağırlık verseydi daha farklı bir siyasi manzara ile karşılaşıyor olabilirdik. Diğer partiler AfD’nin göç karşıtı politikasını kopyalamaya çalıştıkça, bu tutum bir nevi meşrulaştı. Yasal ve yasadışı göç söylemleri, gittikçe daha fazla yer edinmeye başladı. Böyle durumlarda insanlar genellikle bu söylemi en sert ve radikal biçimde savunan partiye oy verir. Kısacası bu senaryoda, AfD’yi güçlendiren ve onun siyasetini kopyalayan diğer partilerin de payı var.
Alman toplumunun endişelerinden bahsettiniz. Peki AfD’nin başarısının göç kökenliler üzerindeki etkisi nasıl? Birçok insan Almanya’da geleceğini tasavvur edemiyor ve eskisi gibi kendisini güvende hissetmiyor. Sizce bu partinin siyasi sistem içindeki konumu göç kökenlilere nasıl yansıyor?
Ben 50 yıldır Almanya’dayım ve kendi çevremde belki ilk defa bu kadar yoğun bir şekilde insanların bir “Exit Plan”ından bahsettiğine tanık oluyorum. Alman vatandaşı olan, Almanya’yı asıl vatanı olarak gören insanların dahi böyle bir “çıkış planı” düşünmesi, bu tehdidin ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor. Birçok insan, daha önce hiç dile getirmediği şekilde Türkiye’ye veya başka bir ülkeye gitmekten bahsediyor.
Karşımızdaki realist tablo, 2025’te değil ama 2029’da bu partinin daha büyük bir başarı elde edeceğini gösteriyor.
Ben açıkçası şu anda CDU’nun AfD ile iş birliği yapmayacağına güveniyorum. Ama bu gidişat devam ederse ve 2029’da bir aşırı sağ/sağ koalisyonu olursa birçok insan için Almanya’da tutunacak bir dal da kalmamış oluyor. Birçok insan alıştığı özgür hayatın bu tarz bir koalisyon altında mümkün olmayacağından korkuyor.
Kamusal tartışmalar genellikle Alman toplumunun, özellikle yaşlı nüfusun endişeleri ve korkuları etrafında şekilleniyor. AfD, bu korkuları çok iyi kullanıyor. Öbür tarafta göçmenlerin korkuları, endişeleri maalesef hiç tematize edilmiyor. Oysa bu kesimin de korkuları var; örneğin demokrasinin alt üst edilmesi korkusu var. Bir yanda Magdeburg, Aschaffenburg’ta saldırılar yüksek sesle tartışılırken, diğer yanda Müslümanlara ve Türkiye kökenlilere, göçmenlere yönelik saldırılar sessizce devam ediyor. Siyasi tartışmalarda bu korkular yeteri kadar yankı bulmuyor. AfD’nin koyduğu normlara tam uymayan insanların korkuları maalesef yeteri kadar tartışılmıyor.
Siz Almanya’ya işgücü göçü sonrasındaki toplumsal gelişmelerle ilgili neredeyse her türlü araştırmanın içerisinde yer almış bir akademisyensiniz. Tarihsel açıdan incelediğinizde mevcut tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dediğiniz gibi, biz 20 yıldır Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde çeşitli alanlarda uyumla ilgili çalışmalar yapıyoruz. Dolayısıyla karşımızda 20 senelik bir tablo var. Bu tabloda, 2019-2020’ye kadar Türkiye kökenlileri ilgilendiren birçok alanda aslında olumlu değişimler gözlemleniyor. Ekonomik anlamda Türkiye kökenlilerin sınıf atladığını görüyoruz. “Mixed marriage” denilen karma evlilikler alanında ve arkadaşlıklar, komşuluklar alanında gelişmeler yaşanıyor. Eğitim alanında da iyileşmeler var, üniversite bitirenlerin sayısı artıyor.
Maalesef tek bir alanda gelişme görmüyoruz, o da ayrımcılık konusu. 2010’da Sarrazin tartışmasının zirvede olduğu dönemde Türkiye kökenliler arasında ayrımcılık tecrübesi yüzde 80’lerde idi. Son 20 yılda ayrımcılığa uğrayan insanların oranı yüzde 60 ila 80 arasında sabit kalmış ve oldukça yüksek bir seviyeye ulaşmış durumda.
Yani ırkçılığa maruz kalma konusunda maalesef bir değişme yok. Diğer alanlarda bir iyileşme var. Yani Türkiye kökenlilerin uyumunun olumlu birçok yanı gözlemlenirken, iyileşmeyen husus ayrımcılık oluyor. Bu da Türkiye kökenlilerin uyuma daha temkinli yaklaşmalarına sebep oluyor. Bu psikolojide de bir ayrımdır. Eğer dışlanmaya uğrarsanız siz de kendinizi o toplumdan hissetmemeye başlarsınız. Daha fazla geri çekilir ve “Re-ethnisierung” olarak adlandırılan bir süreç, kendi köklerine geri dönüş süreci başlar. “Güçlü bir Türklük, güçlü İslam” gibi çoğunluk toplumundan daha farklı bir güçlü grup imajinasyonundan faydalanıp, “Biz sizden değiliz, onlardanız.” diyerek bir nevi toplumsal katılımdan kendinizi geri çekersiniz.
Sizce merkez partileri gereken dersleri çıkarıp doğru hamlelerde bulunabilecekler mi? Yoksa küresel gelişmeler, Almanya’nın dışında etki eden faktörler nedeniyle aşırı sağın engellenemez başarısına mı tanık olacağız?
Son yıllarda Avrupa’nın neredeyse her yerinde aşırı sağın yükseldiğini gözlemiyoruz. Avusturya’da, Hollanda’da, Fransa’da ve şimdilerde özellikle Amerika’da görüyoruz. Hatta uzun süre liberal olan İskandinav ülkelerinde dahi bu fenomeni görmekteyiz. Danimarka çok aşırı sert bir göç politikasıyla tanınıyor. Bu yeni bir milliyetçilik, yeni bir millî egoizm. Elbette geleceği tahmin etmek zor, ama önümüzdeki 5-10 yıl içerisinde aşırı sağın birçok ülkede hâkim olacağını düşünüyorum.
Bu da azınlıklar için elbette kötü bir tablo. Her anlamda azınlıklar için, etnik azınlıklar, dinî azınlıklar, cinsel azınlıklar…
Birçok insan seçilebilir bir parti olmadığını düşünüyor. Göç kökenliler açısından siyasi temsil boşluğunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Almanya’daki göç kökenler için seçilebilir bir parti var mı gerçekten?
Biz Uyum ve Türkiye Araştırmaları Merkezi’nde Yunus Ulusoy ve Prof. Achim Goerres ile göç kökenlilerin siyasi katılımını artırmak için çalışmalar yürütüyoruz. İlk olarak, göç kökenlilerin seçime katılmalarını ve demokratik haklarını kullanmalarını öneriyoruz. Çünkü göç kökenlilerin seçime katılım oranı ile çoğunluk toplumunun seçime katılım oranları arasında yaklaşık %10’luk bir fark bulunuyor.
İkincisi, mümkün olduğunca demokratik partilere oy vermelerini tavsiye ediyoruz. Anti-demokratik bir partiye oy vermek, seçmenin kendi bindiği ağacın dalını kesmesi demek. Antidemokratik bir partiye oy vermesiyle beraber ilk zararı gören gene kişinin kendisi olacaktır. “İyi göçmen/kötü göçmen” gibi göz kamaştırıcı retorikten uzak durulmalı ve demokratik partilere oy verilmeli diye düşünüyorum.
İnsanların siyasi tercihini açıklayan ve bir nevi öngören bir “Michigan Modeli” var. Bu modele göre insanlar oy tercihinde üç şeyden yola çıkıyorlar:
Birincisi, “konu”lar. İşlenilen konuların benim için önemi var mı? Mesela dindar birisiyseniz din konusu veya yeşillerden iseniz çevre konusu çok önemli olabilir. Yani buna benzer hangi konular ön planda tutuluyor? İkincisi adaylar. Adaylar ne kadar sempatik, antipatik. Şu anda tabii o da çok ilginç. Almanya’da çok güçlü, karizmatik bir aday yok. Oysa seçmenin “Ben bu kişiye inanıyorum, güveniyorum.” demesi oldukça etkili bir faktör. Üçüncüsü de parti identifikasyonu dediğimiz yani belirli bir partiyi benimsemek, o partiyle özdeşleşmek ve seçmenin bir partiyle tarihsel bağ kurmasıdır.
Diyelim ki ailenizde sürekli muhafazakâr oy tercihi varsa, gençler de bu tercihi geleneksel olarak benimseyebiliyor. Birçok insan, “Dedem de sol partiye verdi, babam da sol partiye verdi, annem de, ben de.” gibi bir geleneğe sahip. Ancak göçmenlerde bu üçüncü nokta o kadar da gelişmemiş durumda. Göç kökenlilerin Almanya’da köklü bir seçim tarihi olmadığı için bu, özellikle genç göçmenler için büyük bir sıkıntı oluşturuyor. Dedeleri seçimlere katılmamış olan gençler, hangi partiye oy vereceklerini bilemiyorlar. Çünkü ailede bir siyasi gelenek, belli bir partiye oy verme alışkanlığı yok. Bu durum da gençleri zor bir duruma sokuyor.
Bir de şunu söylemek isterim. Özellikle son yıllarda sosyal medyada, bilhassa Tiktok’ta AfD reklamları aşırı derecede yoğun. Gençler bilinçaltında “Şu yabancı bunu yapmış, bu olayların arkasında mülteciler varmış…” gibi mesajlara maruz kalıyor. Bu göç karşıtı ve AfD yanlısı propagandaya karşı gençlerin dikkatli olması önemli.
Orta Doğu’daki meseleler ve gelişmelerin, özellikle Türkiye kökenliler olmak üzere, Almanya’daki göç kökenli seçmenlerin tercihlerinde nasıl bir etki yaratacağını düşünüyorsunuz?
Hem Türkiye kökenler hem Arap kökenler çok büyük bir güven kaybı yaşıyor, bu çok açık. Almanya’da ne yazık ki çok dengesiz bir empati dağılımı söz konusu. Müslüman olsun olmasın, Arap ya da Türkiye kökenliler, Alman medyasının ve Alman siyasetinin tutumunda, kendi tarihini, çıkarlarını ve görüşlerini ön planda tuttuğunu, burada yaşayan azınlıkların çektiği acılara yeterince dayanışma ve anlayış göstermediğini görüyorlar. Bu durum, birçok kişinin Alman siyaseti ve özellikle Alman medyasına olan güvenini büyük ölçüde sarstı.
Elbette Almanya’nın özel bir tarihi ve İsrail ile özel bir bağı var, ancak bir yandan da insanlar adil bir tutum görmek istiyor. Tarihî sorumluluk ile adil tutum arasında tam bir denge kurulamıyor.
Sizce bu durumun seçmen tercihlerine bir etkisi olur mu?
Almanya’daki güncel Orta Doğu politikası, bazı seçmenlerin “Hiçbir parti seçilmez.” diyerek seçime gitmeme kararını rasyonalize etmelerine yol açabilir. Seçmen, “Hiçbir partiye güvenmiyorum, bu yüzden seçime gitmiyorum.” gibi bir akılcı meşrulaştırma yolu izleyebilir.
Mevcut partiler özellikle Orta Doğu politikaları açısından bazı seçmenler için seçilebilir değil. Diğerleri ise Türkiye konusundaki tutumları nedeniyle göç kökenliler tarafından tercih edilmiyor. Seçmenden genellikle birçok partinin seçilebilir olmadığını duyuyoruz. Siz bu seçmene ne tavsiye edersiniz?
Maalesef durum böyle. Ben seçmene, eğer böyle düşünüyorsa “iki kötü arasından birini” seçmesini tavsiye ediyorum. Seçime gitmemek, çok daha kötü bir seçenek. Çünkü seçime gitmemek bir nevi aşırı sağı güçlendiriyor. O yüzden, seçime gidilmeli, ama aşırı sağa oy verilmemelidir. Evet belki oy verdiğiniz parti tercih edebileceğiniz en optimum parti olmayacak ama bunun bilincinde olmak önemli.
Ayrıca ben de kendi çevremde bunu sıkça duyuyorum: “Aslında seçilecek tam bir parti yok.” diyor insanlar. Göç kökenliler için de benzer bir durum söz konusu. Almanya’daki Müslüman seçmenler geleneksel olarak Yeşiller veya Sosyal Demokrat Partiyi tercih ediyorlardı. Seçmen o dönem, “Bu partiler belki benim dinî hassasiyetlerimle bütünüyle uyumlu değil, ama azınlıkların haklarını savundukları için seçiyorum.” diyordu. Bu seçmen Türkiye’de muhafazakâr bir partiyi seçse de, Almanya’daki tercihi bu yönde oluyordu. Artık bu kararı net bir şekilde vermek zorlaştı.
Durum böyle olsa da, seçime gitmek, daha kötü seçenekleri engellemek adına hâlâ en doğru tercih. Oy verdiğiniz parti mükemmel olmasa da, aşırı sağı güçlendirmemek adına sandığa gitmek oldukça önemli.
Prof. Dr. Hacı Halil Uslucan, psikolog ve göç araştırmacısıdır. Duisburg-Essen Üniversitesi Beşeri Bilimler Fakültesi’nde Modern Türkiye Çalışmaları alanında profesör olarak görev yapmaktadır. Aynı zamanda Türkiye Uyum ve Araştırmalar Merkezi’nin bilimsel direktörüdür.